Tarihçilik, birçoklarınca basit kabul edilen, ancak aslında çok ciddiyet ve titizlikle üzerinde durulması gereken bir sahadır. Bilhassa gelişmemiş ve demokrasi geleneği tam yerleşememiş ülkelerde tarihçilik hem geri kalmıştır, hem de ideolojik mülâhazalarla istismara açık bir saha haline gelmiş/getirilmiştir.
Tarihi bu “basit” kabul edilme durumundan ve “istismara açık” olmaktan kurtarmak için tarihçilerin yapması gereken bazı şeyler elbette vardır. Bunlardan biri, tarih araştırmalarında kaynaklara sadakat fikrini daha da güçlendirmek ve kaynakları çok yönlü olarak değerlendirerek, insan, cemiyet ve devlet hayatının bütün giriftliklerini tamamen gün ışığına çıkarmaktır.
Bilindiği üzere tarih kaynakları arasında sözlü kaynak olarak adlandırılanlar da vardır (Togan, 1981,36–75; Kütükoğlu, 1991, 19–20). İnsanlığın binlerce yıldan beri süzülüp gelen tecrübe ve hatıraları usta tarihçiler ve sosyal bilimcilerce doğru değerlendirilir ve yorumlanırsa, farklı görüşler daha iyi değerlendirilir, hatta belki de bazı karanlık noktalar aydınlatılabilir. Taş devirlerinden günümüz medeniyetine ulaşana kadar insanlığın şahidi olduğu ve yaşadığı nice olgu ve olaylar vardır ki, hafızalarda iz bırakmış, fikirlere ve zihniyetlere tesir etmiş, yeni gelişmelerin sebebi ve amili olmuşlardır. Bunların neticesi olarak da atasözü, deyim, terim, mani, ninni, destan, türkü, menkıbe v.s. adlar altında anılan sözlü eserler ortaya çıkmıştır. Bunlar tarihte insanlığın yaşadığı ve unutamadığı bazı zihniyet, vaka ve hadiselerin günümüze kadar yaşamış hatıraları olarak dilimizde ve hafızamızda korunmaktadır. Bunlar zamanla halk muhayyilesi tarafından süslenerek geliştirilmiş ve içine gerçek dışı bilgiler de katılmıştır. Bu sebepten dolayı bunları bazı tarihçiler kullanmamak eğilimindedirler. Bu konuda Abdulkadir İnan’ın gayet güzel bir tespitini hatırlatmak istiyoruz: “Yazılı vesikalarla halledilmesi güç olan bazı meseleler, etnografya ve folklor bakımından tetkik edildiği zaman aydınlatılabilir.” (İnan, 1987:194) Araştırmacı burada “darısı başınıza” deyiminin eski Türklerdeki Şamanizm panteonundaki tanrılara yapılan saçı merasimiyle ilgili olduğunu da kaydediyor. M. Fuat Köprülü ve Osman Turan’dan günümüz tarihçilerine kadar birçok kişi bunların gayet dikkatle kullanılması halinde olay veya olgunun cereyan ettiği tarihteki halkın anlayış ve hissiyatlarını ortaya koymadaki öneminde hemfikirdirler(Artun 2002, 34–38). Erman Artun, Carter V. Findley’den yaptığı bir alıntıda şunları ifade etmiştir: “Tarihçi yazılan bir dönemin sentezini yapabilmek için o dönemin insanının düşüncelerini bilmek zorundadır. Destanlar halkın duygu, düşünce, umut ve isteklerini yansıtması yönüyle sosyal tarihe kaynaklık ederler.”(Artun 2002, 37). Kaynak değeri açısından önemli olan diğer folklorik ürünlerin bir örneğini de bize Bahaeddin Yediyıldız göstermektedir. Ordu ilindeki birçok yer adı ve mahalli inanışların arşiv belgeleriyle karşılaştırılması halinde, yörenin 600 küsur yıl önceki fatihlerinin ve kolonizatör dervişlerin hatıralarının hala halkın içinde yaşadığı anlaşılmıştır. “Halk rivayetlerinin şaşılacak derecede tarihi realitelerle bağdaştığını” ve bu sebeple bunlara “inanmak zorunda” olduğumuzu belirten Yediyıldız, “Halk inanç ve rivayetleri hiç asla olmayan uydurma inançlar değildir. Bunlar belli ölçüde tarihi realiteleri aksettirmektedirler. Toplum incelemelerinde, bu malzemenin sadece folklor araştırıcıları tarafından değil, sosyolog, tarihçi vb bütün sosyal bilimciler tarafından nazarı dikkate alınması mecburiyeti vardır” görüşünü pek haklı olarak ifade etmiştir (Yediyıldız 1987,439–446; Yediyıldız 1992, X-XII). Bahaeddin Yediyıldız’ın ve diğerlerinin bu görüşlerine karşılık, Lord Raglan halk içinde anlatılan olayların kaynaktan uzaklaştıkça güvenilmezliğinin arttığını, mesela dördüncü el tanıklıkların gerçekliğine, eğer başka kaynakla desteklenmiyorsa kimsenin inanmayacağını belirtmiştir. “Halk hafızası” denen şeyin en fazla yüz elli yıl olabileceğine inanan araştırmacı, bunu aile geçmişindeki bilgilerin hatırlanma oranlarıyla test ederek ileri sürmüştür. Ona göre, “tarihsel gerçekler öyle hızlı unutulmaktadır ki, gelenek biçiminde hatırlananların tarih sayılmasının anlamsız olduğunu görüyoruz.”(Raglan 2004, 41–44).
Biz diğerlerinin görüşlerine olduğu kadar Raglan’a da katılma eğilimindeyiz. Diğer bir ifade ile tarihi bilgi veren kültür ve folklor ürünlerine hem güvenmeli, hem de güvenmemeliyiz. Bu noktada okuyucu bir folklor kahramanı olan Nasreddin Hoca’nın bir fıkrasını hatırlayacaktır: “Hoca bu nasıl oluyor? Herkese “haklısın” diyorsun, diye çıkışan hanıma Hoca “Sen de haklısın hanım” demiştir. Kişilerin ve ailelerin anıları, bunları anlatan dedeyi dinleyen toruna oldukça sağlıklı olarak ulaşmaktadır. Ama o torun da öldükten sonra onun yaşayan evlatları dedelerinin dedeleri olan kişinin anılarını oldukça karışık olarak hatırlayacaklardır. Onlar da ölünce bağ bir tarihçinin faydalanamayacağı kadar zayıflamış demektir. Folklorik ürünleri kullanma yanlılarının haklılıklarına gelince, bizce de şahısların ve ailelerin hususi anıları Raglan’ın iddia ettiği gibi dördüncü nesilden sonra unutuluyor. Topluma mal olan gelişmeler ise halk hafıza ve muhayyilesinde zamanla değişse ve biraz destanlaşma sürecine girse bile kalıcı oluyor. Bazı tarihi şahsiyetler ölümlerinden sonra halk tarafından menkıbevi olaylarla örülü bir inanç halesi ile kuşatılıyorlar. Âşık Paşa (Kaymaz, 2002, 111–118), Köroğlu ve Kiziroğlu örnekleri hatırlanabilir. Özellikle Köroğlu örneği epeyce öğretici sonuçlara ve metodolojik çıkarımlara ulaşmamızı sağlamaktadır. Köroğlu Ruşen Ali aslında Osmanlı yazılı kaynaklarına göre bir Celalî eşkıyasıdır. Halkı soyar ve zulmeder. Bu devri “zelemenin zulmünden terk-i diyar” edilen “büyük kaçgunluk” dönemi olarak biliyoruz (Akdağ, 1975, 265, 288–299 ve 317–421). Hâlbuki destan kahramanı olan Köroğlu, Osmanlı’nın resmî yazılı kaynakların tam tersine, halkı Bolu Beyi’nin zulmünden kurtaran bir halk kahramanıdır. Bu birbirinden farklı gibi görülen bilgiler, aslında birer gerçeği ifade etmektedirler. Kaynaklar haklıdır: Köroğlu bir celâlidir ve halkı soymaktadır. Destan da haklıdır: Çünkü “tekâlif-i şakka” denen aşırıya kaçmış avarız ve diğer vergiler ve taşradaki bazı Osmanlı “bey”leri halkı o kadar muzdarip etmiştir ki, insanlar sonunda vergileri ödeyemez olunca “selameti firarda bulmuşlardır”. Bazı kişiler bu firarileri çevrelerine toplayarak güç oluşturmaya çalışmış ve mahallî idareci ile nüfuz yarışına girmiştir. Köroğlu ve Kiziroğlu bu konuda tam bir numune-i imtisal teşkil etmektedirler. İyi bir tarihçi bunları ihmal etmemelidir.
Özetle mahallinden bakanlar Köroğlu gibileri haklı bulmuş ve kendi açılarından onun ve kendilerinin yaşadığı olayları destanlaştırarak nesilden nesle aktarmışlar, diğer bir ifadeyle onu aklamışlardır. İstanbul’dan bakanlar ise bu insanları celâli olarak değerlendirmek zorunda idiler. İşte bunun gibi veya başka türlü sebeplerle bilgiler çarpıtılmış, hatta gerçekleri yansıtmayan vesikalar arşivlere yerleştirilmiş olabilir. Tarihçi alternatif görüşleri her zaman aramalı ve dikkate almalıdır. Sonuç olarak Osmanlı resmî kaynakları hep Köroğlu Ruşen’i, Kiziroğlu Mustafa Bey’i ve Tuzcuoğlu Memiş Ağa’yı suçlamaktadır. Hâlbuki bu kişiler hakkında halk arasında çok makul değerlendirmeler vardır. Üstelik son araştırmalar halkın pek de haksız olmadığını ortaya koymaktadır (Ülgener 1981, 191–192). Açıkçası halkın zamanla bazı olayları unuttuğu, bazılarının ayrıntısına hiç vakıf olamadığı, bazılarına ise tarafgir bir anlayışla yaklaştığını kabul etmenin yanı sıra, devletlerin resmi yazılı belgelerinde de benzer zaafların var olabileceğini kabul etmek gerekmektedir. Özellikle demokrasi problemi bulunan ülkelerde, hâkim güçler, kendilerinin aleyhinde olan gelişmeleri anlatan bilgi ve belgeleri değiştirme eğilimine ve iktidarına sahiptirler. Daha da ileri gidersek; zaman zaman arşivlerde tarama yapılarak belgeler ayıklanmış, hâkim güçlerin “kirli çamaşırları” ortadan kaldırılmış olabilir. Halka “sürü” muamelesi yapan iktidar sahipleri “ak” olanı “kara” ve “faydalıyı” “zararlı” göstermeye kalkabilirler. Bu durumda geniş halk kitlelerinin dilinde ve vicdanında iyi diye kabul görmüş değerler, arşiv vesikalarında ve kitaplarda kötü olarak yer almış olabilirler.
Gerçekten bazı dönemler veya olaylar için elimizde yeterli yazılı belgenin bulunmaması veya türlü sebeplerden dolayı belirli güç odaklarının yazılı belgeleri yönlendirmeleri mümkündür. Hâlbuki tarih sadece muktedirlerin, mümtazların ve devletli takımının hikâyesi değildir. Her sosyal zümre yaşanan olaylara kendi penceresinden bakar. Birilerinin çok lehine olan gelişmeler bazen diğerlerinin mahvına sebep olabilmektedir. Hâkim güçlerin resmi arşivleri yönlendirme iktidarı karşısında halk sadece yaşadığı acıları türlü manzum veya mensur sözlü ürünler halinde yaşatma eğilimindedir. Söz konusu olaylar yakın dönemi ilgilendiriyorsa bu takdirde sözlü tarih çalışması ile mağdurların sesleri tarihin ilgi alanı içine alınabilir. Uzak dönemlerin olayları ise halkın hafızasında nesilden nesile aktarılarak zaman içinde destan, mani, ağıt, atasözü vs. folklor ürününe dönüşür(Ersoy, 2004,103). Böyle hallerde sözlü tarih veya folklorik ürünler imdadımıza yetişir. Eski Türklerin tabiriyle “karabudun”(avam) arşiv tutmaz, yığınlar bilgilerini hafızalarında saklar. Şahıs veya aile anıları üçüncü veya dördüncü nesle doğru unutulmaya başlasa bile, umuma mal olan bilgilerin bazıları folklor ve halk edebiyatı ürünlerinde izlerini bırakırlar.
İşte tarihçiler bu sebep ve keyfiyetlerden dolayı tarihe yardımcı bilimleri(Togan 19–23; Kütükoğlu, 9-15) iyi bilmeli ve özellikle halk edebiyatı ve folklor eserlerini bütün ayrıntılarıyla titizce inceleyerek buldukları örnekleri ciddi bir şekilde tahlile tabi tutmalıdır. Biz bu konuda Türkiye’de bir ihmal ve metot yetersizliği görüyoruz. Gerçi burada asıl sebep, arşiv vesikalarının henüz incelenmemiş olmasıdır. Arşivinde milyonlarca vesika bekleyen ve o vesikalarda çok yoğun bilgilerin bulunduğu bir ülkede tarihçi sanki bazı sözlerle veya ninni-mani gibi örneklerle ilgilenmemeliymiş gibi bir genel kabul hissedilmektedir. Hâlbuki bunlarla ilgilenmek, arşiv çalışmalarını ihmal etmeyi gerektirmeyeceği gibi, vesikalardaki bazı zoraki veya gönüllü saptırmalar karşısında doğruyu kestirebilmek için alternatif yorumlar yapabilme imkânı da verebilir. Meselâ, her gelen yeninin eskiyi kötülemesi gereğinden hareket eden inkılâpçı Türkiye tarihçiliği “Osmanlı”yı hanedanı ile eğitim, kültür ve ahlâk sistemi ile karalamaya bütün gücü ile gayret etmiştir. Ancak buna rağmen, halk “Osmanlı”yı ve “Osmanlılığı” bir ahlâk ve terbiye, bir vakar ve ciddiyet, bir namus ve fazilet abidesi olarak görmüştür. Kızına terbiyeli ve namuslu olmasını ihtar etmek için birçok annenin “Osmanlı ol” diye çıkıştığını; ağır başlı, asil ve vakur kadınların “Osmanlı kadın” kabul edildiğini ve halk türkümüzün “kız nişanlın geliyor, Osmanlıca yürü” ikazını veya “Annesi Osmanlı duymadan sezer” ifadesinin anlamını tarihçi çok iyi değerlendirmelidir.
Tabii, bu örneklerin övdüğü Osmanlı gerçeğinin burada anlatıldığı şekline metotlu tarihçilik açısından gelecek itirazlara da saygı duyuyoruz. Tam aksi görüşlere de yer verilebilir: Osmanlı resmi ideolojisi, kendisini “cahil” halka (Sakal, 732–738) bütün yönleriyle müspet olarak tanıtıp kabullendirmiş olabilir. Bütün bunlara rağmen bazı yörelerimizde Osmanlı’nın aleyhinde söz ve inançların varlığını da biliyoruz. Tarafsızlık anlayışı gereği bir araştırıcı bu iki görüşü birden akılda tutmalı ve her iki cihetten bilgi ve belgeleri değerlendirmelidir. Gerçekten Osmanlı’nın “şalvarı şaltak” olduğunu da anlatan fikirler de vardır ki bunları aşağıda dikkate alacağız.
Folklor ve halk edebiyatı eserlerinin kaynak olarak kullanılmasına dair diğer misalleri şöyle sıralayabiliriz:
Karadeniz Bölgesi’nin birçok bölümünde halk arasında, çok eski çağların “cinibiz zamanı” çok zeki ve kurnaz kişilerin de “cinibiz akıllı” olduğu kabul edilir. Biz buradaki “cinibiz” in Ceneviz’den bozma bir ifade olduğunu düşünüyoruz. Karadeniz’in kuzey ve güney kıyılarında Türklerden önce muhtelif yerlerde Ceneviz kolonilerinin bulunduğu malumdur. “Cinibiz zamanından kalma” ifadesi Ceneviz koloniciği döneminden kalma anlamında kullanılıyor olmalı. “Cinibiz akıllı” deyimi ise, o insanların ticarî zekâ ve hilelerinin halk arasında bize kadar gelmiş izleri sayılsa gerektir.
Türk halkı kendisinin şarklı kültür içinde ticarete çok yatkın olmadığını, özellikle bir kapitalistler zümresinin oluşmama sebeplerini iktisat tarihçilerinden daha iyi anlatmıştır. Batılıların iktisadî-ticarî anlayışını “mal bulmuş Mağribî gibi saldırmak” benzetmesinde özetlemişlerdir. Doğu halklarının atıl iktisat anlayışı için ise, yarı felsefî ve tasavvufî olan bu esnaf ahlâkını anlatmak amacıyla, servetin ve nasibin peşinde “mal bulmuş Mağribîler” gibi koşmak yerine, “Nasibimse gelir, Hind’den Yemen’den/ Nasibim değilse ne gelir elden” diyerek pısırık ve atıl bir ekonomi anlayışı sergilediğini göstermiştir. Ancak coğrafî keşifler öncesinde İpek ve Baharat Yolu gibi eski dünyanın kervan yollarının Ortadoğu’nun gelişmişliğine ne kadar olumlu katkı sağladığını anladıklarını da belli etmiştir. Başka bir Türk atasözü de “Zenginlik bir köpektir, ne zaman kimin kapısında üreceği bilinmez” derken aslında çok şey anlatmaktadır. Zenginliğe hem negatif bir anlam ve mahiyet yüklenirken, hem de çalışmakla kazanılmayan, tesadüflerle veya insanın pasif olduğu bir kadercilik algısıyla açıklandığı, ya Hind’den Yemen’den tesadüfen birilerinin kapısına gelen veya “mirî” kaynaklı bir durum olarak sunuluyor. Açıkçası burada Ülgener’in sözünü ettiği “iktisat ötesi” bir dünya görüşü ile karşı karşıya kaldığımızı anlıyoruz. Zenginlik hem olumsuz bir haldir, hem de çalışmakla kazanılmayan bir nesnedir. Türk iktisat tarihi ve iktisadî çöküşünün açıklanması herhalde bu zihniyetlerin çok iyi tahlili ile daha mükemmel yapılabilecektir.
Bir başka ticaret tarihi örneği de “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak“tır. Dimyat’ın coğrafi konumu bu sözün anlamını iyice açıklamamıza yardımcı olmaktadır. Nil deltasında bulunan bu şehrin coğrafî keşiflerden önceki dünya ticaret yollarının Ortadoğu’dan geçtiği dönemdeki önemli transit ticaret merkezlerinden ve pirinç pazarlarından biri olduğunu bu sözden anlıyoruz. Ancak bu söz bize ikinci bir şeyi de öğretmektedir; coğrafî keşiflerden sonra Dimyat ticarî konumunu yitirmiş, oraya pirince gidenler elleri boş olarak dönmüşlerdir. Dilimizdeki diğer bir deyim de coğrafi keşiflerden sonra Asya’daki kara ticaret yollarının nasıl tenhalaştığını, insanların ne kadar fakirleştiğini anlatan en güzel örneklerden sayılmalıdır: “Kuş konmaz kervan geçmez“.
Türklerin iktisat anlayışını Ülgenerci mantıkla açıklayacak bir deyim de çevresini şaşırtacak kadar hızla zenginleşenler için uydurulan “Tanrı yürü ya kulum demiş” ifadesidir. Burada, her zaman gördüğümüz, bireyi edilgenleştiren ve biraz da yok sayan, her şeyi Allaha ve devlete havale eden tarih ve toplum felsefemiz karşımıza çıkmaktadır. Fenafillâha ve fenafiddevleye uğramış zihniyetin ekonomi anlayışına göre insan “çalışmış da zengin olmuş” diye anılmaz. Allah ya “yürü kulum” demiş olmalı veya kişi “mirîden mal”ı götürmüş olmalı. “Çaldımsa da miri malı çaldım” ve benzeri sözlerimiz bu kabil tarihi hastalıklarımızın dilimizde ve folklorumuzdaki belirtileridir. Burada görüldüğü gibi bizim kültür dünyamızda servet sistemli ve ısrarlı bir meslekî çalışma ve zahmet (alın teri) ile kazanılan meşru bir değer olarak algılanmayabiliyor. Servetin kaynağı belirsizdir, kişi bu noktada atıl vaziyettedir. Servet ya Tanrı vergisidir veya devletlü taifesinin ihsanıdır. Bundan dolayı kimin kapısına ne zaman uğrayacağı meçhuldür.
Bu tür sözler, tefsire gerek duyulmayacak kadar açık olduklarına göre, bunları kısa yorumlarla ve konularına göre tasnif edilmiş olarak veriyoruz: Yukarıdaki ticaret ile ilgili örneklere son vermek için “asılırsan Frenk sicimiyle asıl” (Milli Kütüphane Başkanlığı, I, 1992: 32) sözünü hatırlatmak yeterlidir. Herhalde şarkın şallarını, ipeklerini ve “Hint kumaşlarını” “bulunmaz” eden batının sınaî ürünlerinin kalitesini anlatmak için güzel bir örnek olabilir.
Türkiye’nin etnik yapısının doğurduğu grupların birbirine bakışlarını gösteren sözler ve deyimler de hayli kabarıktır. Osmanlının kozmopolit İstanbul aydınları ve medrese eğitiminin Türkmenlikten kopardığı “mollalar”, “Türk” adını tahkir için kullanırlarken, onların indinde millî adımız “idraksiz”liği çağrıştırıyordu. Ancak bazı aydınlarımızdaki bir yanlış kabulü de burada düzeltmek istiyoruz. Osmanlı’daki “Etrak-ı bi idrak” gibi ifadeler Türk etnisitesini değil, kısmen köylüleri ve özellikle göçebeleri kastediyordu. Fatih Kanunnamesi’nde şu ifadeler pek sık geçer: “Türk veya şehirlü olsa” (Akgündüz,1990: 349). Aynı ayrım halk şairlerinde bile görülmüştür. Âşık Nuri Osmanlı yakın coğrafyasında tanınan milletlerin dilberlerini anlatırken sıra Türklere gelince “Türkün dilberidir gayetle inat/ Şehir dili bilmez, lisanı kubat/ Kelamında eder Türklüğün ispat/Hayvan gibi gözün diker samana” ifadelerini kullanmıştır. Burada Türk etnisitesinin kast edilmediği, köylü veya göçebeden bahsedildiği şiirin devamından bellidir:“Şehir dilberi gayet ser-firaz/Bir hüsn-i dakiktir bulmaz inkıraz.” (Yılmaz, 2005: 154) Bugün hâlâ Samsun’un Alaçam ilçesi köylerinde Türkmenler için “Allah’ın Türkmeni” ifadesi kullanılırken, öyle bir vurgulama yapılır ki, sanki “Allah’ın dağlısı, görgüsüzü” kastedilmektedir. Biz bunu o yöreden tanıdık kişilerin ağızlarından bizzat duymuş bulunuyoruz. Yine Samsun ve Rize yörelerinde “oğuzluk” ve “yoğuzluk” ifadeleri görgüsüzlük ve yobazlık anlamında kullanılmaktadır. Bunlar “yobaz”dan bozma mıdır, yoksa halk dilinde Türkmenliğin alçaltılması geleneğinin bir devamı mıdır? Araştırılmaya muhtaç bir konudur.
Bir ülkedeki etnik akrabalıkları, bir çağdaki zihniyet ve eğilimleri kişi ve yer adlarından hareketle de öğrenmek mümkündür. Türk onomastiği ve antroponimisi folklorla ve tarihle o kadar iç içedir ki, bu konu daha epeyce araştırılmalıdır. Giresun’un muhtelif yerlerinde bulunan Aralcak köy ve mahalle adları ile Macar ve Macaroğlu adlı yer adları bizi çok Uzaklara götürüp biraz zorlama gibi çağrışımlar yaptırıyor. Eğer Aralcak kelimesi bazı kaynaklarda yazıldığı gibi Aralıcak şeklinden bozulma ise açıklamaya gerek yok, ancak Aralcak ise, bu durumda Aral Gölü’nden alınma bir isim kabul edilerek, aynı yörede bulunan Macar mıntıkası ile yakınlığı bizi şaşırtıyor. Zira Macar milletinin tarihi anavatanları Aral’ın kuzey kesimi ve Urallar yöresi olduğu biliniyor.
Toplumların tarihi, kültürlerinin her ayrıntısını etkilemiştir. Bunun bir örneğini Fahri Sakal’ın çocukluğunda arkadaşları ile oynadığı bir oyun vermektedir: Oyuncular iki tarafa ayrılır. Birbirlerinden uzağa iki taş dikerler ve o taşlara “kale” derler. Her grup kalesini korur. Ancak kalelere saldırılmaz. Bir kişi kaleden uzağa doğru kaçar. Buna “dağa çıkmak” denir. Dağa çıkanı diğer gruptan bir kişi kovalar. Kovalayan dağa çıkana parmağının ucu ile dokununca “vuruk” diye bağırır. Vuruklar “yesir” sayılır. Vurulmadan kalesine dönebilirse, tekrar dağa çıkıp karşı taraftan bir kişiyi vurma hakkı kazanır. Sonra karşı taraftan bir kişi dağa çıkar ve bu bir tarafın askeri bitene kadar sürer, önce askeri biten, diğer bir ifadeyle bütün elemanlarını “yesir” veren tarafın kalesi diğer tarafın eline geçer ve oyun biter. Şimdi anlıyoruz ki buradaki yesir, aslında esir olmakmış. Bu “yesir oyunu” Türk tarihindeki savaşların adeta sahnelenmesidir. Ancak “dağa çıkmak” ifadesi Osmanlı’nın son yıllarındaki asayişsizlikleri ve dağa çıkan eşkıya hikâyelerini de hatırlatıyor.
Türkler Anadolu’ya gelirken farklı sebeplerden dolayı bazı boylar farklı coğrafyalara savrulmuştur. Oğuz boylarının her birinin en az beş on ile dağılmış olduğunu araştırmalar tesbit etmiştir(Sümer,1980: 423–461). Her boyun Türkçe’yi telaffuz farkları iyi bilinse, bugünün Türkiyesindeki dağılımları daha iyi anlaşılır. Bunu bir örnekle açıklayabiliriz. Türkçe’de nazal “n” olarak adlandırılan bir ses vardır ki adeta turnusol kağıdı özelliği gösterir. Bazı boylar bunu çok iyi vurgulayarak genizden söyler. Bunu ng ile yazıyorlar.(Anang, babang, tangrı vs.). Bazı boylar “y” ye dönüştürürken (“Anay duysa babay seni öldürür” Urfa Türküsü) bazıları ise hep yutup vokali uzatıyorlar.(kendîyi, babâyı). Sonuncu grup ise normal “n” gibi telaffuz ediyor. (Kendini, babanı). Yazarın yöresi olan Giresun’da bu telaffuz farklılıkları elan yaşamaktadır.
Diğer taraftan İran efsanelerinde ve özellikle Şehname’de Türkleri yenen büyük hükümdar sayılan Feridun’un ve onun kahramanı Rüstem’ in isminin bu ülkede çocuklara verilmesi, Türk âlemini istila etmiş olan Cengizli isimlerinin ve –tay’lı kurum adlarının kullanılması hakkında çok konuşulabilir. Yaptığımız araştırmalarda Türkiye’de her neslin farklı isimler tercih ettiğini görebiliyoruz. Mesela cumhuriyetin ilk yıllarında Sivas’ta Arapça kökenli isimler % 91 gibi yüksek oranlarda kullanılırken, günümüzde bu oran %50 civarındadır. Aynı dönemde Türkçe isimlerin oranı %6’dan %35’e çıkmıştır. Arapça isimler azalıp Türkçeler artarken, ilginçtir, Farsçalar da % 3’den % 9,7’ ye yükselmiştir (Darıcı 2003: 20). Son zamanlarda ise yeni bir isim verme temayülü güçlenmektedir. Günümüzde yükselen misyonerlik çalışmalarının ve İslami geleneklerden uzaklaşmayı “ilericilik” olarak görme eğilimlerinin etkileriyle mi, yoksa başka faktörler mi vardır? Bunları araştırmak lazım ve önemlidir. Ancak günümüzde Serra, Sera, Melis, Melisa ve Hektor gibi isimlerin arz-ı endama başladıkları herkesin malumudur.
Uydurma ve yabancı isimlere gösterilen bu ilgi nedense Türk kavramlarına gösterilmiyor. Mesela Giresun yöresi halkı Oğuz boylarından Çepnilere mensup oldukları halde, bugün Giresun’da birisine “siz Çepnisiniz” denirse bunu birçok kişi hakaret olarak telakki eder. Çünkü orada Çepni, halkın sözlüğünde “görmemiş” demektir. Aynı yörede “Gınuk” diye telâffuz edilen ve halkın “aç gözlü” anlamını yüklediği bir tabir vardır ki, her halde Selçukluları çıkarmış olan Kınık boyunun adı olmalıdır. Oğuz boylarının Osmanlı düzeniyle olan sürtüşmesini ve kendilerine yapılan bu hakaretler karşısında, onların da “Şalvarı şaltak Osmanlı/ Eğeri kaltak Osmanlı/ Ekende yok, biçende yok/ Yemede ortak Osmanlı” diye cevap verdiklerini Faruk Sümer’in Oğuzlar hakkındaki güzel eserinde görüyoruz (Sümer 1980: XXV). Özellikle aşiretlerin iskâna tabi tutulmasına Türkmen şairlerinin tepkisi biliniyor. “Türk’ün olan Türkmen eli çökünce/Kaypak Osmanlılar size aman mı?” Dadaloğlu klasiklerinden biridir. (Yılmaz 2005:151). Osmanlı dönemi tarihi olaylarının dilimizdeki izlerinden bir diğeri de, hastaneden tedavi sonrası salıverilme fiilini “tabucu olmak” la anlatmamız bize gösteriyor. Çünkü ilk batılı anlamda hastane bu ülkede askeri amaçlarla kurulmuştur. Diğer bir ifadeyle ilk olarak askeri hastaneleri tanımışız. Orada tedavisi biten askerleri taburuna yollamak anlamında bu ifade kullanılmış ve Türkçeye yerleşmiştir.
Atasözleri kitaplarına giren sözlerden bazılarını hatırlatmayı da faydalı buluyoruz. “Kapını Türke, sırtını kürke alıştırma“, “Türk ne bilir bayramı, lak lak içer ayranı.” (Şinasi 1863: 20–45) gibi örnekleri çoğaltmak gayet kolaydır.
Farklı etnik kökenlere mensup muhacirlerin bulunduğu bazı Karadeniz köylerinde onlar Türklere “Türk, sırtında kürk, al kürkü kov Türkü” diye takılırken, Türkler de onlara “Mâcir, kolunda zencir, al zenciri kov mâciri” şeklinde cevap vermektedirler. Bu arada Türkiye’ye muhaceret yoluyla gelen Arnavut, Boşnak, Çerkez, Gürcü ve Türk kökenli insanlar kendilerini muhacir diye hitap edilmesine karşı çıkmazlarken, mübadele ile gelenlerin ısrarla kendilerine “mübadil” diye hitab edilmesini istediklerini sözlü tarih çalışmaları esnasında tespit etmiş bulunuyoruz. Bu da gösteriyor ki, halk içindeki değerlendirmeler bazen son derece güvenli olabiliyor.
Halk adetlerinin, inançların ve sair geleneklerin milletten millete geçişleri hakkında ilginç bilgilere sahibiz. Aslında Çince kökenli bir kelime olan baqşı’nın Asya ve Avrupa’da nasıl onlarca dile geçtiğini, din ve kültür terimi olarak toplumlararası bir ortak bağı nasıl oluşturduğunu, özellikle Türk – Macar milletlerinin kültürel yakınlığının sözlü belgesi olduğunu görebiliyoruz (Németh 1973: 165–170). Aynı şekilde biraz daha uzak da olsa Almanlarla Türkler arasında erken tarihi çağlardan kaynaklanan bir etkileşimin izlerini bazı sayı adlarında görüyoruz. Türkçe’deki seksen ve doksan kelimeleri herhalde Türkçe sekiz, Almanca zehn (on)’dan müteşekkil sekizXzehn ve dokuzXzehn (ikincisi Türkçe’deki ses uyumundan dolayı doksan olmuş) kelimelerinden türemişlerdir. Buna benzer bir örnek “kajak” kelimesidir. Almanca sözlüklerde “Eskimo kayığı” olarak açıklanır ve kayakolarak okunur. Kuzey Sibirya’ya doğru gitmiş bazı Türk boylarının etkisi olduğunu iddia edersek çok mu şartları zorlamış oluruz.
Şu sözler kayda değerdir: “Akkoyunlu – Karakoyunlu, şeytan oyunlu“, “Âl-i Cengiz oyunu” (Milli Kütüphane, Türk Atasözleri ve Deyimleri I, 1992: 17) Bu deyim şimdi, Ali ve Cengiz isimli iki kişiden bahsediyor sanılıyor. Oysa Cengizlilerin zulüm ve entrikalarını anlatan nefis bir vesika-sözdür. Dış istilaların halk arasında derin izleri pek kolay unutulmuyor. Nasreddin Hoca fıkraları ile halkımız Timur’dan adeta hesap sormaktadır. Bunlar biliniyor. Sivas yöresinde “Timurlenk kesilmek” ve “Sana bir kötülük edeyim ki, Timur Sivas’a etmemiş olsun” (Darıcı,20) gibi ifadeler bir tarihi gerçeğin günümüzde yaşatılmasıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Sivas’ta “halkı çağdaşlaştırmak için” senfoni dinlettiren zihniyet, bağlamanın başkentinden nasıl tepki alırdı, diye sorsak; “Sivas Timur’dan beri böyle bir işkence görmemişti” hakimane hicviyesini her halde hiçbir münevver veya entel taifesi mensubu düşünemezdi.
“Akıl Frengistan’da Saltanat Âl-î Osman’dadır.”(Milli Kütüphane I: 16) Bazı tarihi gerçekleri bundan daha iyi kolay kolay anlatamazdık. Doksan Üç harbi yıllarında Rusların işgaline uğramış yörelerimizde halk şairlerimizin diline ve sazına konu olan o acılı yıllarla ilgili pek çok örnek vardır: “Benî asferdir bilin Urusun adı, orman yabanisi balıkçı nesli”(Darıcı: 20) sözü Rusların sarışınlığını ve atalarının nehirlerde balıkçılık yaptığını anlatıyor ki, bu bilgi tamamen doğrudur. O malum 93 Harbi için başlatılan seferberlik, halk şairlerine “Asker olanın tebdili şaştı, seneler içinde illa bu sene, seneler içinde kanlı bu sene” mısralarını söyletmiştir (Darıcı: 19). I. Dünya Harbi için yapılan seferberlik esnasında “Seferberlik geldi, âlem de şaştı/ Çantasını alan dağlara kaçtı”(aynı yerde) ifadesi de resmi tarih literatürüne girmemekle birlikte, asker kaçaklarının Anadolu’da nasıl bir terör estirdiklerini bilenlerin aşina olduğu bir gerçektir. Bir halk Türküsünün şu mısraları ise bizce ciltler dolusu tarih kaynağı kadar bilgi sunmaktadır: “Yemen yolu çukurdandır./ Karavanam bakırdandır./ Zenginimiz bedel verir./ Askerimiz fakirdendir.” Daha ne desin ki? Bu konuda gerek folklor, gerek ise sözlü tarih derlemeleri yapılması gerekmektedir. Zira halk arasında binlerce “seferberlik hikâyeleri”, “İnkılâp hikâyeleri”, “Tek Parti Devri hikâyeleri” ve “Demir kırat hikâyeleri” yaşamakta, ancak bunları bilen nesil yavaş yavaş aramızdan ayrılmaktadır.
Türkiye’nin sosyo-ekonomik gerçeklerini dile getiren atasözü ve deyimler de çoktur: Bilindiği gibi ekmeği için gurbete çıkma hadiseleri fakir halkımızın arasında bir kültür haline gelmiştir. Gurbet, gariplik, sıla, hasret ve benzeri sözlerin Türkçe’de taşıdığı derin ve çok yönlü anlamlar sanırız hiç bir dilde yoktur. “Şu yüce dağları duman kaplamış/ Yine mi gurbetten kara haber var/ Seher vakti bu yerde kimler ağlamış/ Çimenler üstünde gözyaşları var.” uzun havasının bizim için taşıdığı anlamı batı dillerine çevirmek herhalde zor olsa gerek.
Biz şeriye sicillerinde devamlı gördüğümüz “mütevelli” ve “vâsi”lerin yolsuzluk yapıp yapmadıklarını hep düşünmüş, fakat kaynaklarda pek bilgi bulamamıştık. Ancak “Allah’a olmak isteyen asi, ya mütevelli olsun ya vasi”(Milli Kütb. I, 1992: 23) sözünü okuyunca bu sahada da elimizde örneklerin bulunduğunu anlamış olduk. Yine “Asi yara ile, kadı para ile avlanır”(Milli Kütb. I, 1923: 33) sözü ile “Kadı gibi haram yemez” mısraı birer tarihi gerçeğin izi sayılmalıdır. Demek ki o yıllarda da “cüzdanları ile vicdanları arasında” sıkışık durumda imişler! Bilindiği gibi bizim halkımız devlete çok saygılıdır. “Devletin veya adaletin kestiği parmak acımaz” düşüncesini her fırsatta dile getirir. Ancak adil olmayan devlet ve devletlilere pek de itaatkâr değildir. “Devletli ile deli bildiğin işler”(Darıcı 17) ifadesi bu halkın reaya ve kul kültürüne yavaş yavaş baş kaldırmaya başladığını göstermektedir. Ancak hala kendimizi birilerine takdim ederken “bendeniz” demeyi bir nezaket kuralı sananlarımız bulunmaktadır. Bu geçmiş yıllardaki “bir kapıya kul olmak” özleminin dilimizdeki sözlü belgesidir.
Bunlara ilâve olarak “Ballı pirinç yeniçeriyi yumuşatır”(Milli Kütb. I, 1992: 49) “Voyvoda Kesilmek”(Milli Kütb. II, 1993: 145) “el mi yaman bey mi yaman” sözleri devlet ve toplum yapısıyla ilgili örneklerdir. Ezeli sosyal ve siyasal hastalığımızı ise “Bir eteğe pek yapışan maksuduna tez erişir.”(Milli Kütb. I, 1992: 61) sözünde buluyoruz.
İslâm hukukuna göre Osmanlı’da herkesin üç-dört kadınla evli olduğunu sananlara veya üçer-dörder hanım alma heveslilerine de halkımız şöyle cevap vermiştir: “Bir eve bir baca, bir kadına bir koca.”(Milli Kütb. I, 1992:61) “Kadının biri âlâ, ikisi belâdır.”(II, 1993:42) Osmanlı dönemi şâirlerinden Hüseyin Şakir de bir şiirinde “Her kimin olsa evinde dü zeni/ Bozulurmuş o kişinin düzeni” diyerek güzel bir kelime oyunu ile iki karılı hayatı yermiştir. Ancak bu söz ve şiirler o yıllarda çok karılı (poligamie) ailelerin bulunduğunu da göstermektedir.
Demokrasi tarihi ile ilgili gelişmeler de halkın bakış açısı ile folklor ve halk edebiyatına malzeme vermiştir. “Şimdi zaman demokrat, herkes sevdiğine varacak”(Darıcı 11) mısraı, uzun tek parti döneminden sonra Demokrat Parti iktidarından hürriyetler konusunda pek çok şey bekleyen, beklentilerini dizginleyemeyen halkın psikolojisine güzel bir örnektir.
Halk edebiyatı ve folklor ürünlerinin tarihçiler tarafından değerlendirilmesinin bundan sonra daha iyi yapılacağını sanıyoruz. Zira Türkiye’de hanedan ve orduların tarihi yerine halkın tarihinin araştırılmasına yeni başlanmıştır. Halkın tarihi veya sosyal tarih bütün boyutlarıyla araştırılırken, halk arasında yaşayan ve halkın zihniyetini taşıyan bu tür sözlü ve yazılı edebiyat ürünleri elbette daha iyi değerlendirilecektir. Bu hem yöntem açısından gereklidir, hem de -sosyal tarihin yanısıra-kültür tarihi için vazgeçilmez, olmazsa olmaz türünden bir şeydir. Bu konuyu tamamlayan diğer bir alan da sözlü tarih çalışmalarıdır. Son zamanlarda Türkiye’de sözlü tarih çalışmaları hız kazanma eğiliminde olduğu biliniyor. Gerek tek parti, gerekse DP dönemiyle ilgili halkımız canlı hatıraları hala korumaktadır. Türkiye’de zaman zaman yasaklanan yayınlardan dolayı her türlü gelişmeyi kayda geçirebilmiş değiliz. Özellikle ihtilal ve darbe dönemlerinde gerçekler tersyüz edilerek kayıtlara girmiştir. Arşivler de bu tür yanlı yayınlarla ve yazışmalarla doludur. Ancak halkımız gördüğü veya yaşadığı olayları olduğu gibi hafızasında yaşatmaktadır. Bu bilgiler o canlı tanıklarla mezara girmeden derlenmelidir. Mesela köy ağalarının ve muhtarların siyasi durumu bile devirden devire değişmektedir. Tek parti döneminde ve 1960 sonrasında köy muhtarlarının çoğu CHP’li köy elitlerindendir. Bunların çoğu İsmet Paşa ile veya ikinci derece parti yöneticileriyle mektup, telgraf, bayram tebriki veya özel görüşmeler yoluyla iletişim içindedirler. Valiler, kaymakamlar ve türlü kademelerdeki müdürler bazen bu kişileri ziyaret etmekteydiler. Tabii bu “devletli ilgisi” bu kişiler için muazzam bir manevi kudret faktörü olmuş, onlar da bunu halk üzerinde iyi veya kötü yönde kullanmışlardır. Dolayısıyla bunlar halk arasında “ipten adam alan önemli kişi” diye bilinirler. Bunların çocukları her işlerini köylüye yaptırmaya alıştıklarından “(……)’nın oğlu çalışmamalıdır” diyerek yan gelip yatmayı babadan miras kalma bir imtiyaz olarak algılamakta, hâlâ toplumla iş ve çalışma konularında uyum sorunu yaşamaktadırlar. 1950–1960 arasında ise DP kendi köy elitlerini kurmaya çalışmış, ancak 30 yıllık tek parti döneminin kadrolarını 10 yılda tam olarak değiştirememiştir. Bütün bunlar yazılı belgelere ayrıntılı olarak girebilecek bilgiler değildir. Ancak bu kişilerin hayatta olanları ve kendileri ölmüşse oğul ve kızları bize çok doyurucu bilgiler verebilmektedirler.
Hatta halkımızın arasında siyasi partilerin birbirleriyle ve halkla ilişkilerini inceden inceye hicveden fıkralar da yaşamaktadır. Bu fıkralarda vatandaşın devleti, partileri, halktan kopuk politikacıyı ve kendilerine tepeden bakan bürokratları öyle bir hicvetmesi vardır ki, derlenmeli ve okunmalıdırlar.
Bütün yöntembilim kitaplarında folklor ve etnografyanın tarih araştırmalarında ne kadar önemli olduğu vurgulanmaktadır. Ancak buna rağmen ne hikmetse araştırmacılar bu konuyu pek ciddiye almamaktadırlar. Türk halk edebiyatı ve folklorunun çok zengin olması ve göçebe kökenlerinden dolayı Türklerin çok farklı milletlerle kaynaşmış bulunması bu konuya Türk tarihçiliğinde biraz daha fazla önem verilmesini gerekli kılmaktadır. Özellikle yakın tarihte siyasi nedenlerle örtbas edilen bazı bilgilerin bugün halk arasında yaşadığı kabul edilirse, meramımız daha iyi anlaşılır. Üstelik çok okumadığı gibi çok yazmayan bir halk geleneğine sahip oluşumuz dikkate alınırsa, birçok bilginin halkın içinde anı veya bir edebi-folklorik tür olarak yaşadığı ve kayıtlara geçmediği kolayca anlaşılabilir. Her zümre kendi tarihine belge hazırlar ve kendi tarihini yazar. Devlet ve iktidarlar kendi tarihleri için belge depolarken, halkın tarihi de, büyük oranda kayıtlara geçmemiş olan bu tür sözlü ürünlerde saklıdır.
NOTLAR