Türk Demokrasi Tarihinde Dp Ve Menderes

Adnan_Menderes_(renklendirilmiş)

GİRİŞ 

            Türkiye’nin II. Meşrutiyet ve Mütareke dönemlerinde çok-partili hayatın denendiğini, ancak İttihatçıların 1913 darbesiyle bu denemeleri sona erdirdiğini biliyoruz. Mütareke sürecinde 44 kadar cemiyetin (ve fırkanın) faal olduğunu biliyoruz. Ancak tarihi süreç içinde gerek İttihatçılar, gerekse Cumhuriyet idaresi kurulan bu oluşumları haklı-haksız türlü bahanelerle kapatmışlar ve Türkiye böylece 1945’e kadar Tek Parti sistemiyle gelmiştir. II. Dünya Harbi sonunda gerek iç dinamiklerin çok partililiği zorlaması, gerek Stalin’in saldırgan tavır ve taleplerinin Türkiye’yi batıya doğru itmesi ülkede çok partili hayatı gündeme getirmiştir. Böylece Türkiye’de Batı demokrasilerinin vazgeçilmezlerinden olan çok partililik, sivil toplum, özel sektör ve dinî eğitimin serbestleştirilmesi gibi hususlar gündeme getirilmiştir. 

Çok partili hayatın gereği olarak bu dönemde birçok irili ufaklı partinin yanı sıra Demokrat Parti de kurulmuştur. Ancak bu yeni partinin bazı hürriyetçi ve demokrat talepleri, Tek Parti devrinde sistemin bütün hücrelerine kadar nüfuz etmiş olan CHP kadrolarının pek hoşlarına gitmemiş ve iki parti arasında bazı sürtüşmeler vaki olmuştu. Bu gelişmeler hem iç hem de dış dinamiklerin etkisiyle Türkiye’nin aslında bir yol ayrımına geldiğini gösteriyordu. Bunu iyi anlamış olan İsmet İnönü ve DP’li yöneticilere rağmen Recep Peker gibi CHP’li şahinler ve alt kademelerdeki bazı hırçınlar muhalefeti susturma beklentisinde idiler.  Konjonktürü arkasına alan İnönü şahinleri dinlememiş, 12 Temmuz Beyannamesi ve benzeri tavırlarla DP muhalefetinin yaşaması sağlanmıştır. 

İnönü ve değişimi kabul edenleri buna zorlayan sadece dış faktörler ve içerdeki sosyoekonomik dinamikler miydi? Elbette hayır. Türkiye 1922 yılından beri artık savaşmıyordu. 20’li ve 30’lu yıllarda “savaştan çıktık”, “ülkeyi kurtardık” söylemleri, 40’larda “dünya kan ve ateş içinde kavruluyor” edebiyatı ile halk oyalanmış, ekonomide dişe dokunur bir şeyler yapılmadığı gibi bazı vergiler ve emtiaya el koymalarla halk canından bezdirilmişti. 1945’ten itibaren ise artık reel sektör üretimi konuşmaya başlamış, yavaş da olsa gelişen burjuvazinin sesi duyulur olmuştu. “İnkılabımız, ilkelerimiz” gibi laflar artık 27 yıldır savaşmayan ülkede karın doyurmuyordu. Doğrudan üretici çevreler bu sloganlar yerine reel sektör ve üretim meselelerinin konuşulmasını, devletin bu alanlara destek vermesini ve en azından engel olmamasını bekliyorlardı. Başta bir çiftçi olan ve üretimden gelen Menderes olmak üzere DP kadrosu bu dilekleri dillendiriyor, daha ekonomik üretim, vergi düzenlemeleri, üretimin önündeki engellerin kaldırılması, iktisadî ve ticarî yasakların kaldırılması vs hususları her fırsatta işliyordu. Hatta 1948 İstanbul İktisat Kongresi bu amaçla yapılmış, derneklere kadar devletin ve toplumun her hücresini kontrol eden Tek Parti’yi temsilen kimse o kongreye çağrılmamıştır. İşte toplum artık ayağı yere basan fikirleri, üretimi, açlığa ve fakirliğe çözümü konuşmak istiyor; Demokrat Parti bu beklentileri karşılıyor; DP içinde de bu yeni beklentileri en çok Menderes dillendiriyordu. Asker (subay-paşa), memur, gazeteci ve öğretim üyeleri gibi maaşlıların köylü ve işçilere göre durumları daha iyi olduğundan, Menderes özellikle köylere ve tarım üretimine, yol ve ulaşıma yatırımı konuşuyor, bu da reel sektörün ilgisini çekiyordu. Kısaca Türkiye’de homo ideolojicus yerine artık homo economicus söz konusu idi. Hiçbir şey artık eskisi gibi olamayacaktı; ideoloji, inkılaplar ve ilkeler yerine artık ülkenin fakirliği ve insanların somut ihtiyaçları konuşulmaya başlanmıştı.

Muhalefetin susturulmaması demokrasi tarihi için başlı başına devasa bir adımdır. Bu hamle Türk demokrasi hayatında birçok yeni ve güzel adımların atılmasına yol açmıştır. Her şeyden önce devlete, kurumlara ve topluma tamamen hâkim olan devlet partisi CHP bu konumunun değişmesi gerektiğini kabul edip, kendini muhalefetin bulunduğu bir topluma göre yeniden konumlandırmaya başlamıştır. Aynı şekilde DP liderleri Bayar ve Menderes’in de bu değişimdeki rolleri dikkate alınmalıdır. 1946 Seçimlerindeki malum baskı ve yolsuzluklar DP’liler ve kamuoyunca çok kınanmış, CHP bunu halka anlatmada zorlanmışlardır. Demokratlar bundan sonraki bazı seçimleri boykot edince seçimlere katılımın yüzde 15-18 bandına kadar inmesi CHP ve hükümeti çok rahatsız etmiş, bundan sonra İnönü partisini ve Türkiye’yi dönüştürerek çok partili hayat için ağırlığını koymuştur. “46 Ruhu” olarak adlandırılan bu DP hareketinin Türk siyasî hayatı ve demokrasisindeki etkileri ve yol açtığı kazanımlar üzerinde ciddi tetkikler yapılmalıdır. Biz bu çalışmamızda bu istihalelere dair tespitlerimizi maddeler halinde sunmayı düşünüyoruz. Zira Tek Parti iktidarının yaptığı veya yapmak zorunda kaldığı birkaç yenilik, bize çok partili düzene kendilerini ve ülkeyi nasıl hazırladıklarını göstermektedir.  Bu dönüşümler –bazıları birbirinin devamı ve sonucu gibidirler- şu şekilde sınıflandırılabilirler:       

1. Tek Partili nizamların alamet-i farikası olan Partizan devletten demokrasinin icabı olan partiler devletine geçiş başladı

Tek Parti döneminde iktidar, basın-yayın alanındaki yandaşları ve partililer muhalefeti “ezilmesi gerekli” bir güruh olarak görüyorlardı. Zaman zaman Atatürk ve İnönü tek partili sistemin nihai amaç değil, inkılaplar yerleşene kadar geçici bir süreç olması gerektiğini söylemelerine rağmen, kamuoyunda ve parti içinde hâkim görüş bunun zıddı istikametteydi. Mesela Yunus Nadi, Falih Rıfkı ve A. Naci Karacan gibi partili muharrirler muhalif partiler kurulmasına itiraz ederek Tek Parti rejimini daha da kuvvetlendirmeyi teklif etmişlerdi. Bunlar “Moskova’nın yığın terbiyesi” ile “Faşizmin korporasyon” metotlarını övüyorlar, “İstiklal Mahkemesi yetmez, bize 70-80 yıllık zapturapt rejimi lazımdır” diyorlardı. Hatta Karacan “bize faşizm lazımdır” diye yazmıştı. Akşam başyazarı Asım Us ise sadece DP’ye karşı olmakla kalmıyor, çok partili rejime de geçilmesine karşı çıkıyordu. CHP’ye ka bu ikirşı parti kurulmasının “parti mücadelelerine” yol açacağını kestirerek(!), 28 Haziran 1945’te şöyle yazmıştı: “demokrasi adına… parti mücadelelerini tavsiye edenler, şayet gaflet içinde fikrî muvazenelerini şaşırmış olanlar değilse, mutlaka Türk milletinin birliğine düşman olanlar, yahut bu düşmanlara hizmet edenlerdir.” Yani Asım Us, milletin parti mücadelelerine girme “ihanetine kalkışmasını” istemiyor, us’lu us’lu köşesinde oturmasını tavsiye ediyordu. Tarih ve siyaset bilimi yayınlarında Recep Peker gibi şahinleri suçlamak moda haline gelmiştir. Hâlbuki makul ve mantıklı sandığımız kişiler de iktidarın ellerinden gitmesi ihtimali karşısında şahinleşiyorlardı. Bir örnek olarak, zaman zaman tek parti yönetimlerinin mağduru da olmuş bulunan H. Cahit Yalçın’ın şu fikirlerini verebiliriz. “Demokrat Partisi lazımdır; fakat faydası ancak kontrol ve tenkit mevkiinde kalmasındadır. Çünkü bu vazifeyi iyi gördükçe hükümeti ikaz eder ve daha iyi iş görmeye mecbur bırakır. Kendisini normal, sağlam ve tam manasıyla bir siyasî parti zannettiği zaman yolunu şaşırmış demektir”. Partide yüksek mevkilere gelmediği için makam hırsı olmayan bir H. Cahit bile böyle düşünüyordu. Nihat Erim de gerekirse demokrasinin üzerine bir “şal çekilebileceğini” söylemiştir. Demokrasiye direnen Tek Partili figürlerle ilgili son örneğimiz CHP Üsküdar-Salacak Semt Ocağı Başkanı Orhan Ilgın imzalıdır: 

Devleti, Milleti ve binnetice Yüce Partiyi yarının felaketlerinden uzak bulundurmak için muhalefet partilerine karşı mutlak ve sağlam varlıklara ihtiyacımız olduğunu his ediyor ve bu varlıkları ihtirasla kendimize bend etmenin lüzumuna inanıyoruz. Sağlam, devamlı ve mutlak olanı taleb ediyor, sarsılabilen ve karışık olan şeylere karşı müsamahalı davranmayı lüzumsuz bir hareket olarak düşünüyoruz.

Bu günün başıboş hareketlerini hoş görmüyor, iyiyi değilse bile, hiç olmazsa tahammül edilebilen ve vasat bir duruma götüren, arabulucu bir şeklin ikamesinin dahi lüzumsuzluğuna kail bulunuyoruz.

Kanunlarımızı haksız bulduklarından bahisle memlekete isyan tohumları atan muhalifler bünyelerinde kuvvet mevcut olan o kanunlara itaat ettirilmelidirler. Kuvvetin mevcudiyetini hatırlamayan bu efendilere kudret ve kuvvetimizin gösterilmesi zamanı gelmiştir. Unutmamalıdır ki kuvvet kürrei arzda yalnız hakiki hukuk değil,  meşru hukuktur da. Kanunlar aklıselim veya bir araya gelerek telif-i beyan etmiş şahısların armonisi değil, zaman ve mekâna bağlı olan devlet ve memleket menfaatinin kuvvetli bir koruyan unsurudur ki, memleketinin bekasını isteyenler buna itaate mecburdurlar. Bazı kanunlar hakikaten haklı olmaya bilirler, fakat bu haksızlık memleketin menafii umumiyesi icabı ise haklı sayılmalı ve onlara itaat edilmelidir. İcap ederse kuvvetin eli altında bulunmayan başka bir hakkın mevcut bulunmayacağı kendilerine anlatılmalıdır. Lüzumu halinde cebredilmelidirler.

Onlar bilmelidirler ki karar verme hakkı kuvvetlinin,  yani iktidarın elindedir ve bu daha pratiktir. İktidar haklı ve kuvvetli olduğu ve başlı başına bir kuvvet teşkil ediğinden dolayı ona hörmet ve itaat elzemdir.” 

Orhan Ilgın

İşte bu örnekler gösteriyor ki, çok partili hayata geçiş sürecinde CHP kadroları  “iktidara gelmek için çalışan” DP’yi kapatmayı veya iktidar olmayacak bir muvazene partisi halinde kalmasını teklif ederken, İnönü ve bazı üst yöneticiler, demokrasilerde muhalif faaliyetlerin normal olduğunu, partilerin iktidar olmak için çalışmalarının gerekliliğini partili “şahinlere” anlatıyorlardı. Genel Sekreter ve Erzurum Milletvekili Cevat Dursunoğlu teşkilata gönderdiği bir genelge ile bu hususu şöyle vurgulamıştı: “Demokrasi hayatında bu gibi konuşma ve yazışmalara sık sık rastlayacağız. Bu bakımdan matbuata verilen geniş serbestinin önüne geçilmesi imkânsızdır. Bize düşen vazife fazla ileri gitmeden kendi gazetelerimizle halkı aydınlatmaktır.” Görüldüğü gibi tabanın matbuatı yola getirmek ve muhalefeti en sert şekilde cezalandırmak taleplerine karşı, parti “demokrasi hayatında” böyle şeylerin yasaklanamayacağını anlatmaya çalışmıştır.

Böylece DP’yi ensesinde hisseden ve kendi liderinden de yüz bulamayan CHP kadroları kendilerine çekidüzen vermelerinin ve daha ciddî çalışmalarının gerektiğini anladılar. Demokrat Parti’nin nefesini enselerinde hisseden partililer, Tek Parti dönemi boyunca birçok arkadaşlarınca yapılan ve 1949 yılına kadar hiçbir yere ihbar etmedikleri çok sayıda yolsuzluğu ihbara başladılar. Kayseri Develi’de onu aşkın suçtan mahkûmiyet aldığı için baro başkanlığından 1939’da atılmış bulunan partinin ilçe başkanı 1949’a kadar partiden atılmamıştı. Ancak bu tarihte mezkûr kişinin suç ve mahkûmiyet listesi ile parti genel merkezine ihbarı yapılmış;  üst makamlar bu kirli çamaşırların bünyeden atılması için uyarılmıştı. On yıldır yolsuz arkadaşlarını partide tutanlar şimdi neden şikâyet ediyorlardı? Değişen neydi? Değişen elbette artık kendilerini denetleyen, sıkıştıran, yolsuzluklarını halka anlatan bir muhalefet vardı. Burada açıkça çok partili demokrasinin “fazilet-i terbiyet-kârîsi” görülmektedir. Netice olarak iktidar partisi içini temizlemeye başlamış, siyasette yeni ve temiz kadrolar isteği güçlenmiş, çok partili hayatın zorladığı bir siyasî devrim başlamıştı.

2. Çok partili rejimin diğer bir yararı da partilere dinamizm getirmesidir

Birinci maddede anlatılan Kayseri örneğindeki gibi, çok partili hayatın bizzat CHP’yi bile silkinerek kendine getirdiğini partililer söylemiştir. Bu konuda bir değişim yaşanmış, mevcut siyaset anlayışı yerine temiz, dinamik ve demokrat bir sayfa açılmıştır. Yeni dönemde devlet ve CHP artık halkı kaale alması gerektiğini anlayacaktır. Mesela tek parti döneminde CHP yöneticileri propaganda için halka hiç gitmezlerdi. Zira yarışacakları bir rakip yoktu ve milletvekillerini seçen “müntehib-i saniler” (ikinci seçmenler) zaten partililerden oluşuyor; yani partililer kendi arkadaşlarını seçmiş oluyorlardı. Seçim döneminde nadiren yapılan propaganda toplantıları bu ikinci seçmenlere Halkevi ve parti salonlarında yapılırdı. Bu toplantılarda ülkenin kalkınmasına veya halkın refahına yönelik hiçbir vaatte bulunulmazdı.Mesela Hilmi Uran, Antep ve Urfa’da propaganda amaçlı konuşmalar yapmış ve halka hiçbir şey vaad etmemiştir. Ancak bu konuşmalarda “çeşitli partiler rejiminin” partisine de yaradığını, partililerin davalarına artık dört elle sarıldığını itiraf etmişti. Nitekim 1946 Seçimi öncesinde ilk defa memleketi dolaşarak bizzat İsmet Paşa halktan oy istemiş, halka ihtiyaç ve dileklerini sormuştu. Seçimi kazanmak için Demokratların yaptıkları propagandaları takip eden CHP’liler teşkilata tamim ve telkinlerle daha aktif olmak için yapılacakları anlatıyorlardı: “Sandık başında cerbezeli, otoriteli, şahsiyet sahibi müşahit bulundurmalısınız ve seçimi kazanacak hiçbir tedbiri ihmal etmemelisiniz” 

Diğer küçük partiler de başlangıçta iktidara gelmek için kurulmadıklarını tüzüklerine yazmalarına rağmen, bu dönemde iktidar için çalışmanın, iktidara gelme hesaplarının suç olmadığını kabullendiler. İlk kurulduklarında hemen hepsinin tüzüğünde iktidara gelmek için kurulmadıkları, bu iş için İnönü’nün yeterli olduğu falan yazılıdır. Hatta bu partilerin başkanları da “değişmez genel başkan”dır. Bütün bunlar 46 Ruhu ve Demokrat Parti’nin memleketin sadece siyasî değil, kültürel ve sosyal hayatında ne kadar güçlü, müspet ve terbiye edici tesir meydana getirdiğini göstermektedir.

3. Tek Parti otoriterliği terk edilmeye başlanmıştır

Peker’in iktidardan düşüşü, partinin özeleştiriye başlaması, Tek Parti döneminde Doğu’dan sürülmüş olanların tekrar yerlerine dönebilecekleri kararı… Hepsi DP kurulduktan sonra gerçekleştirilmiştir. Bu normal uygulamalara geçilmesi büyük bir rahatlamaya vesile olmuş, hatta bazılarını bizzat R. Peker 1946’da hükümet programını okurken açıklamıştır. Bu minvalde aşağıda anlatılmış olan seyahat yasakları ve şarktaki fişleme usulü ve benzeri uygulamalar da kaldırıldı.DP kurulduğu sırada İnönü Bayar’a “Şark vilayetlerinde, hudut mıntıkalarında ve köylerde parti teşkilatı kurmayın” demiş; Bayar kabul etmemişti. İnönü, doğuluları siyasetten anlamaz diye görüyor, Bayar’ı ikna için “biz de oradaki parti teşkilatımızı kapatalım” diyordu. CHP doğunun birçok ilinde parti açmak yerine “Umumi Müfettişlik” açıyordu. Demokratlar bu fikri kabul etmeyince zamanla bütün illerde partili hayata geçildi.

4. Halkın lehine idarî ve hukukî düzenlemeler yapıldı

Valilerin yetkileri anayasaya göre yeniden oluşturulacak, vatandaşın hak ve hürriyetlerinin teminat altına alınması için istinaf mahkemeleri kurulacaktı. Polis, jandarma ve memurların halk üzerindeki tahakkümlerinin kaldırılması için çalışılmaya başlandı. Valilerin yetkilerinde gerekli düzenlemeler yapılmış, ancak bahsedilen mahkemelerin kurulması ne o zaman, ne DP zamanında gerçekleşmemiştir. 

5. Halktan artık iane alınmayacağı ilan edildi ve köylüler aleyhindeki bazı angaryalar kaldırıldı

Tek Parti döneminde köylülerin kendi okullarını yapma ve yol vergisi ödeme yükümlülükleri vardı. Bunlar çok partili döneme geçilirken kaldırıldı. Köylülerin bu işte hem bedenen çalışmaları, hem malî katkı yapmaları, hem de malzemeyi kendilerinin temin etmeleri gerekli idi. Hamile kadınları bile okul inşaatı işinde çalışmaya götüren o uygulama bu dönemde kaldırıldı. Bunların yanı sıra bir de “iş mükellefiyeti” adı altında devam etmiş uygulamalar vardı. Köylüler bazı maden ocaklarında ücreti mukabili mecburi olarak çalıştırılacaklardı. Çok partili dönemle İş Mükellefiyeti ile beraber Toprak Mahsulleri Vergisi ve benzeri yükümlülükler kaldırıldı. Bu vergiler köylüyü perişan etmiştir. Bazen halk önceden tesbiti yapılmış vergiyi ödeyebilmek için kendi ihtiyacına ayırdığı mahsullerini satıp devlete vergi olarak ödemek zorunda kalıyordu. 

6. Sanayi ham maddelerinin halktan zorla toplanmasına son verildi

İkinci Dünya Harbi yıllarında Milli Korunma Kanunu ve Koordinasyon Kurulu Kararları ile vatandaşın elinde, işyerinde veya tarlasında bulunan emtiaya el konulmuştur. Ayrıca bu uygulamaya göre köylünün ürünü devlete (TMO) satma mecburiyeti ve ürün fiyatlarının piyasanın altında ilan edilmesi üreticinin zarar etmesine ve üretme şevkinin kırılmasına yol açtı. Bu uygulama aslında karaborsa ile mücadele ve piyasada kıtlığın önüne geçme bahanesiyle yapılsa da, gerçek kıtlığa ve karaborsaya, hatta harp zenginlerinin türemesine yol açmıştır. Çünkü bu uygulama ile birlikte insanlar normal şartlarda piyasaya sürecekleri malları da artık saklamaya kalkmışlardır. Bu yanlış muamelenin kaldırılması piyasanın normale dönmesine yol açmıştır. Ofis ayrıca memleket ihtiyaçlarını iyi hesaplayamamış ve stoktaki mahsullerin bir kısmını ihraç etmiştir. Bu da Karadeniz bölgesinde ve bazı diğer yerlerde kıtlığa ve açlıktan ölümlere yol açtı. Önce halktan toplanan ürünler ve ekmek bu kıtlık yıllarında halka Ofis aracılığı ile dağıtılırken karne ile ve çok az ölçekte verilmiş ve bu da halkın şikâyetine yol açmıştır. Ofisin bu politikası halkı CHP’den soğutmuştur. Hâlbuki Menderes mahsul fiyatlarını piyasanın üzerinde belirlemiş ve hem köylünün sevgisini kazanmış, hem de fiyattan memnun kalan üretici daha çok ekim yapmış ve arz arttığından serbest piyasada fiyatlar düşmüştür. 

7. Dinî eğitime yönelik yasaklar kaldırıldı

CHP’nin 1947 Kurultayı’nda din derslerinin serbestleştirilmesi kararı alındı. Bu konuda İnönü 31 Ocak ve 2 Şubat 1948 tarihlerinde Başbakan Günaltay, İçişleri Bakanı M. Hüsrev Göle ve Devlet Bakanı Başbakan yardımcısı F. Ahmet Barutçu ile “din meselesini” görüşmüştür. Bu görüşmeler 10 Şubatta CHP Meclis Grubunda tartışıldıktan sonra, ilkokullara seçmeli din dersi konulmasına ve din bilimcileri yetiştirmek üzere bir İlahiyat Fakültesi kurulmasına karar verilmiştir. Tek Parti’nin laiklik anlayışı gereği dinî eğitim vermeme politikası ile mektepsiz-medresesiz bir dönem başlamıştır. Osmanlı döneminde aldığı eğitimle bazı dini görevleri vatandaş başlangıçta amatörce yerine getiriyorken, 40’ların ortalarında artık “Osmanlı nesli” yaşlanmış ve görev yapamaz duruma gelmişti. Köylerde cenaze yıkama ve defin işleri gibi dinî vecibeleri yerine getirecek insanların bulunmaz olması halkın şikâyetine yol açmakta idi. Ayrıca doğru eğitim verilmediğinden doğan boşluğu birileri gizli ve yetersiz aldıkları eğitimleri ile doldurmaya başlamıştı. Bu hatasını ancak DP kurulunca idrak eden CHP seçmeli din dersleri, imam hatip kursları, İlahiyat Fakültesi ve İmam Hatip okulları kurarak yıllardan beri kendisinin kurduğu “laik” eğitimden “ödün” vermiştir. Bu istikamette muhafazakâr ve dindar kitlelerin oyunu almak için Şemseddin Günaltay hükümet kurmakla görevlendirilmiş dinî eğitim, basın-yayın ve siyasî haklar konusunda çok liberal açılımlar getirmişti. Okullarda seçmeli din dersleri, İmam Hatip kursları ve İlahiyat fakültesinin kurulması hep CHP döneminin ürünleridir. Hacca gideceklere döviz tahsis kararı da bu dönemde alınmıştır. Bunlar vatandaşça takdir görmüş uygulamalardır. Geleneksel tek parti politikası ile seçime gitselerdi, 1950’de daha az oy alacaklardı. 

8. Milli Şeflik anlayış ve uygulamaları terk edildi

1947 Kurultayında CHP kaydı hayat şartı ile liderini “millî şef” olarak görme anlayışından vazgeçmiştir. Yine bu kurultayda genel başkanın 4 yıllığına seçimle işbaşına geleceğine karar verildi ki bu da CHP’yi partileştiren uygulamalardan biridir. Bir bakıma lider bulutların üzerinden yere inmiştir.

9. CHP Tek Parti ayrıcalıklarından sıyrılıp normal bir siyasî partiye dönüştü

Üst kademelerin tekelindeki parti meclisinin 40 üyeliği bütün partililere açılacaktı. Bu uygulama CHP’yi bir devlet kurumu olmaktan çıkarıp Parti haline dönüştüren birkaç hamleden biridir. Zira Tek Parti zaten “tek” olarak devlete hâkim olduğundan parti olmaktan ziyade bütüne hitap ediyordu. Bu durumundan dolayı Cumhuriyet Halk Birliği ifadesinin daha uygun olacağını düşünen Cemil Koçak bizce haklıdır. Ebedî veya Millî Şef bu yapıda tek yetkili karar merciidir. Onun dışında Genbaşkur üyeleri zaten partiye hâkimdir. Bahsedilen 40 kişinin bile pek yetkisi yoktur. Sadece verilen görevleri yapan götür-getir takımından öte bir şey değildirler.  Bu sıralarda yapılan diğer dönüşümlerle CHP partileşmiştir. Mesela Parti’de genel başkanca yapılan atamalar delegelerin seçimine bırakıldı. Partileşmeye yol açan üçüncü reform maddesi de bu uygulamayla gerçekleşmiştir. Ayrıca Parti’de mutediller hareketi oluştu. Bunlar muhalefete makul yaklaşıyor, siyasî eleştiriyi ve farklı fikirlerin ülkede savunulmasını yasaklamaya karşı çıkıyorlardı. Partileşmenin diğer bir adımı, üstelik bütün memlekette normalleşmeye de yol açan bir uygulamadır. Her muhalif hareketi görünce “İstiklal Mahkemeleri kanunu meriyettedir” diye hatırlatıp, “demokrasinin üzerine bir şal örtmek” gerektiğinden bahseden zihniyet böylece makul ve meşru çizgiye yaklaşmıştır. En şahinleri R. Peker bile prensip olarak çok sesliliğe taraftar olduğunu genel kurul konuşmalarında ve 1946 hükümet programında “yeni meclisin başlıca iki partiden ve bağımsız milletvekillerinden kurulmuş olması devlet işlerinin daha iyi görülmesini ve daha isabetli neticelere varılmasını sağlayacaktır”  ifadesi ile dile getirmiştir. 

Gerçekleştirilen bu reformlar CHP’nin devlet partisi olmaktan çıkıp bir demokratik düzen partisine dönüşmesini sağlamış, bu da sadece partiyi değil, devleti, hükümeti, TBMM’yi ve diğer kamu kurumlarını normalleştirmiştir. Mesela Tek Parti devrinde Parti Genbaşkur’u İttihat ve Terakki’nin Merkez-i Umumî’si gibi çalışıyor, yani Meclis’ler etkisizleştiriliyordu. Genbaşkur Parti Genel Başkanı (cumhurbaşkanı), genel başkan vekili (başbakan) ve genel sekreter (içişleri bakanı)’den teşekkül ediyordu. Bu kişiler hem devlet, hem hükümet, hem de Tek Parti’nin ilk üç kişileri olduklarından burada görüşülen kanun ve kararlar gizli görüşmelerle karara bağlanıyor, tabiatı ile büyük ölçüde Millî Şef veya Ebedî Şef’in iradesi doğrultusunda bir hükme varılıyordu. Atatürk veya İnönü’nün evet dedikleri bir karara bu gizli toplantılarda itiraz edemeyenler ertesi gün TBMM’deki açık oylamada hiç itiraz edemiyordu. Demek ki idare, Parti Meclisi’nde kanunları kararlaştırmış oluyor, sırf formaliteyi tamamlamak maksadı ile ve iç-dış kamuoylarına ‘kararlar parlamentodan çıkıyor’ diye göstermek için sonunda Meclise başvuruyordu. Daha açıkçası Tek Parti devrinde TBMM bir formalite meclisi durumunda idi. Çok Partili dönemde o meclisin hükümete nasıl murakabe yaptığını, bizzat DP’li vekillerin bile Menderes’i bazen istifasına yol açacak kadar tenkid ettiklerini biliyoruz.

10. Cemiyetler Kanunu değiştirilerek CHP “dışında parti veya dernek kurulamaz” yasağı kaldırıldı

Cemiyetler (dernekler) altı ilke esası üzerine kurulur hükmü anayasaya girmişti. Bunun dışında dernek kurmak anayasayı ihlal sayılıyordu. Dolayısıyla her hangi bir ad veya amaçla parti, dernek, vakıf, kooperatif vs teşekkül kurma Tek Parti döneminde yasaktı; bu dönemde serbest bırakıldı. En vahametli uygulama belki bu idi. İlk bakışta önemsiz bir yasak gibi gelmekle birlikte, partililerin kontrolünün dışında kanarya sevenler derneği bile kurulamıyordu. Futbol Kulübü kurmak isteyenlere bile “top oynamak istiyorsanız gidip topunuzu Halkevi’nin spor kolunda oynayın” diyerek talepleri reddediliyordu. R. Peker’in de bu konuda genelgesi vardır. Aynı adla ve aynı amaçla kurulmuş cemiyetlerin bile birleştirilmesi isteniyordu. Ayrıca Kızılay ve THK gibi “hayır ve yardım kuruluşlarına” partililerin hâkim olmaları isteniyor, partili olmayanların bu kurumlara girmesi halinde partililere “neden bu alanda meydanı boş bıraktınız” diye müfettişlerce fırçalar atılıyordu. Kısaca bir alanda dernek olacaksa partililerin kontrolünde olacaktı, ikincisi, üçüncüsü falan yasaktı. Tek Parti CHP, tek dernek ise Halkevleri idi.

Çok partili hayatla birlikte bu yasak ta kalkmış oldu.

11. Çok Partili hayatın bir yararı da küçük muhalefet partilerinin kendilerine güvenmelerini sağlamasıdır

“1946’nın ıvır zıvır partileri” başlangıçta adeta iktidara gelmek istemediklerini, iktidarın CHP’nin hakkı olduğunu tüzük ve beyannamelerinde yazıyorlardı. Belli ki kapatılmamaları için bu yaklaşımı bir sigorta olarak görüyorlardı. Demek ki SCF ve DP için yapılan “bunlar iktidara gelmek istiyorlar” suçlaması(!) etkili olmuştu. Her şeye rağmen DP’nin başarısının ne kadar tarihi olduğu buradan anlaşılmaktadır.

12. Muhalefetin gerekliliği ve meşruiyeti kabul edildi

Kendilerine muhalif olanlara önceleri “avamdan”, “baldırı çıplak”, “basit kılıklı adamlar” yakıştırmaları yapmalarına rağmen, çok partili dönemde bunların da vatandaş olduğunu kabul ettiler. Recep Peker, Rıfat Ateş ve Cevdet Kerim İncedayı gibi partili zevatın halka “avam sınıfından”, “hamal”, “terzi”, “esnaf”, “kunduracı” ve “Haso-Memo” gibi sıfatları tahkir amaçlı kullanmasının ezikliğini hep hissettiler ve bundan sonra daha az kullanır oldular. 

13. Elitler ve bürokrasi halka yaklaştılar, gerçek halkçılık bu dönemde başladı

Partililer gibi yüksek memurlar da bu dönemde halka saygıyı öğrendi. Artık halkı ciddiye almaya başladılar. Kuvvetler Birliği denen ve bütün yetkilerin sözde mecliste toplandığı anlayış terk edildi. Kuvvetler ayrılığı kabul edildi. Seçim yoluyla halkın ve köylünün rejim üzerinde etkisi artmaya başladı. Eskiden ayrı vagonlarda seyahat eden, özel vesileler dışında halk içinde görülmeyen, halktan tecrid edilmiş hükümet adamları ve bürokrasi halkla konuşmaya ve onları dinlemeye başladılar. DP iktidarı ile birlikte memur ve asker etkisi azalmış; bunun halka yansıması devlet korkusunun azalması şeklinde görülmüştür. Bürokrasinin imtiyazının azalması ile birlikte, memurlar halka ve işadamlarına daha nazik davranmaya başladılar. Bizzat hükümet kötü muamele yapan memurların ihbar edilmesini istiyordu. Ordunun da siyasî alanda önemi azaldı. Tek Parti devrinde ordu büyük siyasî öneme sahipti. Ordu ve memuriyet meslek olarak hayal edilen ama ulaşılamayan alanlardı. Halk Tek Parti devrinde “Mevla’m beni kavuştur, omuzu tüfekliye” zihniyetinde idi. Ama asker ve memurdan korkuluyordu. “Bugün git, yarın gel” zihniyeti ile memurlar saltanatı söz konusu idi. Köylüyü ezen ve iten bu anlayış çok partili döneme geçince değişmeye başladı, sivil tavırlar güçlendi. Kontrolden kurtulan gençler daha dinamik olmaya başladılar ve pasif itaat zihniyeti zayıflamaya başladı. Sosyal çevreler genişledi ve halk bu etkilere açıldı. Gazete tirajları ve radyo dinleme nispetleri artmaya ve köylere ulaşmaya başladı. Gerek çok partili yarış gerekse bu değişiklikler en çok ihmale uğramış halk kesimleri olan köylüleri politika ile tanıştırdı. Oyların yüzde 75 kadarı köylerden geldiğinden köylü oyu alamayanın siyasette etkili olamayacağı anlaşılmış, köylüler de bunu iyi değerlendirmenin yollarını öğrenmeye başlamışlardı. Köylünün politika ile tanışması seçime katılım oranlarını da artırmıştır. Tek Parti döneminde yüzde 18-20 bandında olan katılım oranı 1950 seçiminde 89.3 gibi bir değere çıkmıştır. Köylü sadece oy kullanmakla yetinmiyor, seçmen olarak seçeceği adayı sınava tabi tutarak bizi temsil etme ehliyetine sahip midir, değil midir yoklaması da yapıyordu. Özetle 1949’dan başlayıp 50’li yıllarda süren değişim köylünün politik, ekonomik ve kültürel hayatta önemli bir faktör olarak temayüz etmesine vesile olmuş, köyün dar ve kapalı çevresi parçalanmış, köylüler kasabayı aşarak şehirlere ve dış dünyaya açılmaya başlamıştır. Özellikle DP döneminde takip edilen yol yapımı ile köylüler ürünlerini şehir ve kasabalara getirmeye başlamışlar, sulama ve bataklıkların kurutulması, traktör sayısının artışı vs de Türk köylüsünün ürün fazlasını şehirlere satması ve devamında köyden şehre göçü başlatmıştır. Bu değişim sosyologlarca da fark edilmiş ve araştırılmıştır.

14. Gerçek ve hukukî bir seçim sistemine geçildi

Çok partili hayata geçişin önemli değişikliklerinden olan tek dereceli seçim sistemiyle milletvekillerini doğrudan halkın seçmesi köylünün ve geniş halk kitlelerinin rejim üzerinde etkisini artırmış oldu. Köyden şehre göç de buna eklenince köylünün politikada etkinleşmesi Türkiye’nin o ana kadar tanımadığı bazı problemleri de beraberinde getirmiştir: “İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz” diyerek sınıfsız toplum olduğumuzu iddia eden Tek Parti yöneticileri kendilerinin dışında bir köylü sınıfın varlığını ancak çok partili dönemde kabul etti. Fakat bu kabul de sancılı olacaktır. Zira şehirli orta sınıf ve elit muhitler bu olayı “köylüleşme ve cahilleşme” olarak görmüş, “Haso-Memo” suçlamalarında görüldüğü gibi bu konuyu tahammülsüzlükle karşılamışlardır. Çünkü şehirli orta sınıf ve özellikle elitler yeni dönemde kendi önemlerinin azaldığını hissediyorlardı. Üstelik köylüler asırlardır şehirlerde gelişmiş kültürel değerlere de yabancı duruyorlardı. Orta sınıf ve şehirliler bu “cahilleşme” suçlamasına zamanla “milli değerlerde aşınma” iddiasını da kattılar. Vaktiyle hâkimiyet Osmanlı’dan Cumhuriyet’e yani saraylı elit çevrelerden orta sınıfa geçerken de aynı suçlamayı saraylılar yapmıştı. O zaman halkçılığa doğru atılan bir adımlık ilerlemeye Osmanlı aristokrasisi aynı suçlamayı yapmış; Cumhuriyetçilerin milli-manevi değerleri aşındırdığını, hatta batılı değerleri bile temsil edemediklerini dile getirmişlerdi. 1946-50 dönemi ve devamında ise bu defa iktidar Cumhuriyet elitleri olan Orta sınıftan köylülerin de içinde bulunduğu geniş halk kitlelerine geçiyor ve bizce gerçek “halkçılık” süreci biraz daha ileri gitmiş oluyordu. Bu dönem değişiklikleri hem hükümetin, hem memurların, hem de halkın davranışlarında ciddi değişikliklere yol açmıştır. Bütün kuvvetlerin görünüşte TBMM’de toplandığı, ancak gerçekte Milli Şef ve Genbaşkur’un her şeye hâkim olduğu sistemde, hükümet ve devlet adamları özel vagonlarla, halkla temas etmeden yurt gezilerine çıkıyorlar, halka hitap için meydan toplantıları yapmıyorlar, ancak halkevi ve orduevlerindeki “partililere” hitap ediyorlardı. Hâlbuki Çok Parti döneminde halkla temasa başladılar. Mesela Hasan Saka Yalova’da halk ile yıllar sonra sohbet etmiş, bunu basın bir yenilik olarak yazmıştır. 

15. Militarist anlayış yumuşamaya başladı

Uzun zamandır devam eden ve DP’nin eleştirilerine sebep olan İstanbul’daki sıkıyönetim 1947 de kaldırıldı. Türkiye’nin askeri darbe ve sıkıyönetim ilan etme zaafı gerçek anlamıyla ölçünün kaçırıldığı bir kültüre zemin hazırlamış ve geniş kitlelerin bu uygulama yıllarında ciddi mağduriyetlere uğradıklarından devlete ve orduya saygı ve sevgilerinin azalmasına yol açmıştır. Peker, Muğlalı ve İncedayı gibi asker kökenli şahinler CHP içinde bile mevki kaybettiler. Muğlalı “33 Kurşun” olayından dolayı yargılanmaya başlandı.

16. Polis Vazife Salahiyetleri Kanunu halkın lehine değiştirildi

Tek Parti döneminin polise mahkeme kararı olmadan tutuklama kararı veren yasaları değiştirildi. Bu konuda takriri sükûn kanunu ile başlayan aşırı baskıcı tutum, özellikle 1936 İnönü-Peker ikilisinin İtalya’dan aldıkları Parti-Devlet Kaynaşması uygulaması ile daha da sertleştirilmeye çalışılmış, ancak Atatürk bu uygulamanın bazı aşırılıklarını törpülemişti. 1947-52 arasında ise bu konularda tamamen normale dönüldü. 

17. Jandarma İçişleri Bakanlığına bağlandı, güvenlik güçlerinin yetkileri daraltıldı

O zamana kadar “köylerin efendisi” olarak anılan jandarma köylüye her türlü baskıyı yapıyor, dayak ve benzeri usullere başvuruyor, köylüleri vergi ödemeye ve çalışma mükellefiyetini yerine getirmeye zorluyordu. 47-50 arasında bu jandarma baskısı asgariye inmiş, 50 sonrasında ise DP bu yetkileri daha da köylüler lehine değiştirmiştir. Bu dönüşümler köylerde büyük ferahlık doğurmuştur. Aynı şekilde sivil bürokrasinin de yetkileri budanmıştır; mesela işledikleri bazı suçlardan dolayı Tek Parti döneminde yargılanmazlarken, şimdi en yüksek mülki memurun izni ile artık yargılanabiliyorlardı.

18. İstiklal Mahkemeleri kaldırıldı

Türkiye’de bu ve buna mümasil hukukî siyasî uygulamalar ve mahkemelerin ölçüyü kaçıran sertliklere sahne olduklarına dair görüşler vardır. Bu konu şüphesiz ayrı ve ciddi bir ihtisas işidir, ancak biz bu “ölçü kaçırma” hususunun devletin “istiklali” ve “güvenliği” konusunun sulandırılmasına ve vatandaşın bu konulara vermesi gereken önemin yerini lâkaydîliğin almasına yol açtığını düşünüyoruz. Dolayısıyla devlete olan saygı ve sevgiyi istismarın o saygı ve sevgiyi azaltacağı düşünülmeli ve icraatlar ona göre yapılmalıdır. Mesela İstiklal Mahkemelerinin kaldırılması o zaman da sonradan da bir zafiyete yol açmamıştır. 

19. Seçimlerin denetimi mahkemelere bu dönemde verildi

Daha önce iktidar partisinin eli altındaki hükümet memurları ve hatta jandarma seçim denetimi(!) yapıyorlardı. Mesela 1930 da Serbest Fırka, Belediye Seçimi’ne girme hatasını yapmış(!), içişleri bakanının emri ile valiler müdahale ederek, sonuçları SCF aleyhine çevirmişlerdi. Yalnız iki ilin valisi “seçim vatandaşın serbest oylarıyla yapılır” sandıkları(!) için sonuçlara müdahale etmemiş ve o illerde seçimi Fethi Okyar’ın SCF’si kazanmıştı. Bu iki il Samsun ve Taşeli (Merkezi Silifke) idi. Bu sonuç üzerine Samsun Valisi ve Belediye başkanı Atatürk tarafından fırçalanarak görevden alındı, Taşeli merkezi ise Silifke adı ile ilçe yapıldı.

20. Özel sermayeye yeni faaliyet alanları verildi.

Mesela deniz nakliyatı serbest bırakıldı. Malların satış fiyatları kısmen serbestleştirildi. Köylüleri maden sahalarında zorla çalıştırmayı amir hükümleri olan iş mükellefiyeti kanunu kaldırıldı. 1950 Ortalarında Avrupa Kalkınma Planı’na dâhil edilen Türkiye’ye 100 milyon dolar ayrılmış ve yerli yabancı sermaye sanayi yatırımlara başlamıştır. DP Hükümeti Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ile yatırımları teşvik etti. Sanayileşme ve tarımda makineleşme hızlandı. Traktör sayısı 1951 yılında 10 bin iken 54’de 40 bine ulaşmıştı. 

21. Matbuat Kanunu demokratikleştirildi

Kanunda değişiklik yapılarak gazete kapatma yetkisi hükümetten alınıp mahkemelere verildi. Çok komik sebeplerle gazeteler kapatılıyordu. Gazete ve dergi kapatmak zorlaştırılırken gazete çıkarma kolaylaştırılarak, basının hükümet karşısında elinin güçlendirilmesi gerekiyordu. Basın kanunu bu doğrultuda bir seri reforma tabi tutularak gazeteciler “CHP memuru olma” durumundan çıkarıldı. Sansür uygulamaları azaltıldı. Gazeteler serbestçe yayına başlayınca tirajlar DP döneminde yüzde üç yüz arttı. Halk artık dünya ve Türkiye gündemini tartışıyor; politikayı, ekonomiyi, ülkeyi ve kendisini ilgilendiren diğer konuları izliyor ve meselelerin nasıl çözüleceği hakkında ilgililere sorular yöneltiyordu.

22. Üniversitelere idari muhtariyet tanındı.

Türk Üniversiteleri idari ve akademik muhtariyet mevzuunda daima problemler yaşamışlardır. 1933 yılında kapatılan Darülfünûn, emînini kendi seçiyor, dolayısıyla idarî ve ilmî muhtariyeti haiz bulunuyordu. 1934’de muhtariyeti kaldırılmış; İ. Hakkı Baltacıoğlu, Ağaoğlu Ahmed ve Abdülbaki Gölpınarlı gibi bugün sahip olamadığımız aydınlar üniversiteden kovulmuşlardır. Hükümet o zaman “inkılap yaptık, üniversite hiç oralı olmadı” (inkılabı takip etmedi) diye şikâyet ediyordu. Bu üniversitenin ve ilmin siyasetin emrine alınması idi. Aynı anlayışla 1944 yılında milliyetçiler, 1947’de solcular üniversiteden atılmışlardır. Türkiye hangi dış ülkeyi “tehlike kaynağı” görüyorsa, o ülkeye yakın aydınları veya ideolojileri baskı altında tutmak gibi bir “millî güvenlik rejimi” sahibidir. 1945 yılında Stalin’in Türkiye’den malum talepleri üzerine bir kez daha “tehlike” algısı değişmiş, Türkiye yönünü batıya çevirmiş, hatta ileriki yıllarda NATO’ya girerek Batı güdümüne girmiştir.

DP iktidarı bu ideolojik kökenli üniversite ile pek ilgilenmemiş; bu dönemde af yasası çıkarılmış, Nazım Hikmet affedilmiş ve üniversiteye idari muhtariyet verilmiştir. Ancak üniversite zamanla Tek Parti döneminin CHP’li anlayışıyla hareket etmeye başlayınca, artan tansiyon yıllarında Menderes’in profesörler için “kara cübbeliler” yakıştırması yapmasına kadar varan diyalog kopuklukları, hatta düşmanlıklar yaşanmıştır.  

23. Aydınlara, derneklere ve diğer toplum katmanlarına serbestiyet verildi

Bilindiği gibi DP’nin “Yeter Söz Milletindir” sloganını temsil eden “dur” yazılı afişi çizen öğretmen sürgüne gönderilmişti. Parti ilkelerini yaymayan ve parti için çalışmayan öğretmenlerin de uzak köylere sürülmesi Kocaeli teftişini yapan müfettişlerce belirtilmiştir. Basın mensupları, öğretmenler ve diğer memurların parti fikirlerini yaymaları için tedbirler düşünüyorlar ve Köy Enstitülerinde “Parti Ocağı” kurulması, memurların, radyonun, spor kurumlarının, sinemanın parti kontrolünde olması için tedbirler düşünülüyordu. Okullarda Halkevi kolları teşkili edilmiş, Parti Kızılay, THK, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Yardımsevenler Derneğine bile hâkim durumda idi. Parti’nin ve Halkevi’nin dışında dernek kurulamıyordu. Demokrasinin partilerden sonra ikinci şartı olan dernek vs sivil toplum kuruluşlarının kurulması mümkün değildi. Kurulmuş bulunanlar da parti çizgisinde olmalı ve partililerce yönetilmeliydi. Hatta ticaret odası görevlilerinin bile partiye ilgisiz olmaları hoş karşılanmıyor, illerin teftişinde müfettişler bunlara dikkat ediyordu. Silifke Ticaret Odası başkanı bu sebepten istifa ettirilmişti. En vahimi partili hukukçular, mahkemelerde “partili arkadaşlarını müdafaa” ettiklerini ve davaları kazandıklarını doğrudan Ankara’ya yazabiliyorlardı. 1948 Kayseri İl Kongresinde CHP Kayseri İl Başkanı Necmettin Feyzioğlu bu “hizmetlerini” anlatmıştı.

Çok Partili dönemle birlikte asker, öğretmen, memur, basın mensubu ve sair kamu personeli -bir süreliğine- asli işlerine döndürülmekle beraber sonra yavaş yavaş tekrar CHP saflarına doğru çekildiler. Bu da 1960 darbesine yol açan bir faktör olmuştur. Türkiye’de rejimin darbeci bir vesayete duçar olmasının ve demokrasinin gelişememesinin en önemli sebeplerinden biri bu gelişmedir.

24. Karşılıklı siyasî ve medenî anlayış gelişti

Partiler birbirlerine saygılı olmayı bu dönemde öğrenmeye başladılar. Bundan önce “muhalifleri ezme” hesapları yapanlar, Salacak Semt Ocağı başkanı gibiler vardı. O müsamahasız dönemde Parti Genel Merkezi’nden 7/8 Ağustos tarihli buyruğun doğrultusunda CHP Gelendost teşkilatının hazırladığı 9 Ağustos 1947 tarihli “hafta olayları hakkında rapor” o zaman muhalefete nasıl yaklaşıldığını göstermektedir. DP’lilerin boş bir kahveyi toplantı yeri olarak hazırlamaları üzerine CHP’liler şöyle yazıyorlar: 

“Biz de gizlice yanlarına kimsenin varmaması için icap eden tertibatı aldık ve Halk Odası’nda oturduk. Bir kaptı kaçtı otosu ile malum milletvekilleri bucağımıza gelerek hazırlanan kahveye girdiler. Bucağımızdan onlara hepsi 16 kişi ve 5 çocuk katılmıştır. Kendilerine jandarma ve yerli malları dağıtımının yolsuzluğu hakkında şikâyette bulunmuşlardır. Jandarma için yapılan şikâyette “intihaplarda sebepsiz yere ellerimize kelepçe vurularak tehdit edildik” demişlerdir. Yanlarına kimsenin yaklaşmadığını görünce kahveden çıkıp bucağımızın Afşar ve Yenice köylerine gittiler orada da kimse onlara yaklaşmadı. Halk odasının önünden geçerken kötü kötü bakarak yürüdüler. Buradan Eğirdir’e hareket eden heyete halk rağbet göstermedi.” 

Bu düşmanlık anlayışı 12 Temmuz 1947 beyannamesinden sonra kısmen kaybolmuş, karşılıklı medenî hareketler başlamıştır. Mesela İnönü’nün gezilerinde DP’liler onu karşılamaya başlamışlardı. DP veya CHP’li bir politikacı herhangi bir ile gidince bazen karşı partiye de uğramayı nezaket icabı sayıyorlardı. Bu anlayış da maalesef kalıcı olmadı. 

25. DP iktidara gelince kalkınma hamlesini köylere yaymıştır

Uyguladığı politika ile DP “kitle halinde köyleri etkileyebilmiş, köylerdeki yoksulluk ve cehalet fasit dairesini kırmayı başarmış ilk siyasi teşekkül” olmuştur. Köyleri birbirine, şehirlere ve kasabalara bağlayan yollar yapılmış, köylü sahip olduğu traktörlerle mahsulünü şehre gönderip satmaya başlamıştır. DP döneminde sulama ve drenaj amaçlı kanal uzunluğu Tek Parti döneminin üç katı kadardı. Tarımın makineleşmesi köylerdeki kiracı ve ortakçıların şehre göçünü hızlandırdı. Bu da çok yönlü yararları ve problemleri beraberinde getirecektir. 

26. Askerlik süresi kısaltıldı

Özellikle NATO’ya giriş hem askerliğin kısalmasını hem de bütçeden orduya ayrılan payların düşmesini sağlamıştır.

27. Vaktiyle inkılaplar çerçevesinde seddedilen (kapatılan) türbelerden tarihi şahsiyetlere ait olanlar açıldı

Bunlar Fatih, Kanunî, Mimar Sinan ve benzeri Osmanlı ricalinin türbe mezarlarıdır. Böylece tarih ve toplumla barışma amaçlanmıştır. 

28. Af kanunu çıkarıldı

Af kanunu çıkarıldı. Tek Parti döneminin bazı mağdurları devletle ve toplumla barıştı.

29. Seyahat hürriyeti getirildi

Tek Parti döneminde yabancıların Türkiye’de, Türklerin de dış ülkelerde seyahati neredeyse imkânsız gibi idi. 1934 yılında pasaport harçları 50 kuruştan 25 TL’ye çıkarılmış, ayrıca hukukî ve idarî güçlükler de getirilmişti. Bu konuyu anlatmak için yazdığı kitaba Dr. Rona Aybay’ın verdiği isim çok manidardır: “Yurt Dışına Çıkma ve Yurda Girme Özgürlüğü”. Bu konularda çok partili döneme geçilirken devlet ve idare cihazında birçok düzenlemeler yapıldı, antidemokratik kanunların değiştirilmesi için komisyonlar kuruldu. 

30. Dil, tarih, kültür, sanat vs alanlarda yukarıdan dayatılan politikalardan vazgeçildi

CHP Kendi başlattığı bazı “devrimleri” aydınlardan ve halktan gelen tepkiler doğrultusunda değiştirmeye başladı. Zorlama dilde ısrardan vazgeçildi. Anayasa terimleri ve adı Köprülü’nün de ısrarlarıyla eski ve o zamanki nesillerin alışkın olduğu söylenişe döndü. 1947 Kurultayında CHP yöneticileri devrimciliği daha makul bir şekilde tanımladılar… Müzik ve diğer sanat alanlarında, tarih anlayışında, ezanın aslına uygun (Arapça okunması) gibi alanlarda siyasî dayatma yerine bilim ve kültürün kendi icaplarına dönüldü.

31. CHP muhalefeti takip etme huyundan vaz geçti

Tek Parti döneminde muhalefet partileri (TpCF, SCF, MKP, DP) kurulunca bunların hem devletçe hem de bizzat CHP’lilerce takip edilmesi ve her adımlarının ilgili makamlara bildirilmesi isteniyordu. Mesela Demokratların yurt gezilerinin tamamının raporları bugün arşivlerde (BCA CHP K.) mevcuttur. Örnek olarak Demokratların Isparta’daki tüm propaganda faaliyetleri gizlice takip edilip Genel Sekreterliğe rapor edilmiştir. Yalvaç İlçe Başkanı Edip Berkün imzasıyla CHP Genel Sekreterliğine gönderilen  “mahrem ve zata mahsus” raporda kayda değer hiçbir bilgi olmamasına rağmen ‘şuraya gittiler, buraya geldiler’ gibi sözlerle Bayar ve arkadaşlarının her adımı rapor edilmiştir. Raporun 9. maddesine göre “kesilen kurbanların eti ve derileri kasap dükkânına konarak satılmış ve bu hal halkın alaylı itaplarına sebep olmuştur.” Aynı belgede köylerden ve kasabalardan çağrılanlara bir kahve bile ikram edilmemiş olduğu, ilin önde gelenlerinden hiç kimsenin Bayar’ı karşılamadığı  gibi gereksiz ve çoğu da doğru olmayan bilgiler yazılıp Ankara’ya gönderilmiştir. Görülüyor ki vatandaşın muhalefet partileri ile temas kurmasına bile engel olmaya çalışan bir devlet partisinden muhalefeti meşru gören Halk Partisi’ne geçiş süreci çok partili dönemin eseri olmuştur.

32. Tek dereceli seçim vatandaşın halk olduğunu gösterdi

Bu başlı başına bir kitap konusudur. Burada kısaca şunu ifade edip geçeceğiz: İki dereceli seçimde vatandaş partinin belirlediği ve alternatifi olmayan ikinci seçmeni onaylıyordu. O ikinci seçmen de yine partinin belirlediği milletvekili adayını onaylamak zorunda idi. Yani bunlar bir seçim değil, seçim varmış gibi partinin tercihlerini vatandaşa onaylatmak oluyordu. Hâlbuki tek dereceli seçimde vatandaş doğrudan milletvekili adayına oy veriyordu. Birden fazla parti olduğu için genel başkanlar halkın seçmeyeceği problemli adayları listeye koyamıyorlardı. Yani rejim üzerinde halkın doğrudan etkisi görülmeye başlamıştı.

33. Traktörün ve yolların köye girmesi üretim, nakliye ve tüketim kalıplarını ve miktarını değiştirdi

Yolların köye ulaşması ve traktör sayısının artması Türkiye sosyoekonomik tarihinin en kapsamlı ve derinlemesine etki yapan gelişmesi olmuştur. Türk halkı 1947’de 2000 kadar traktöre sahip iken bu da devlet kurumlarının ve bazı toprak ağalarının elinde bulunuyordu. Traktör köylü için hem tarlasını süreceği araç, hem yükünü taşıyacağı nakliye aracı, hem de şehre veya kasabaya gideceği ulaşım aracı idi. Maalesef bazı ağalarınkiler hariç köye 1950 öncesi traktör girmemişti. Hititler de m.ö. 2000-1200’lerde kağnı kullanıyordu, 1950 Türk köylüsü de aynı kağnıya mahkûm idi. İşte traktör 50’lerden itibaren köye girince halkın ekonomi ve sosyal hayatında çok ciddi iyileşme ve dönüşümlere yol açtı. Ürün fazlasını traktör kasasında kasaba veya şehre götürüp satabilmek köylü için de şehirli için de büyük bir dönüşümdü. Artık köylü satabileceği için fazla ekiyor, şehirli de bunları doğrudan üreticisinden alabiliyordu. Bu durum yukarıda anlatıldığı üzere köylünün karnını doyuran ve ufkunu açan bir gelişme olmuştur. Demokrat Parti’nin sadece köye değil, yollara ve şehirlere yaptığı yatırmalar da çok mühim istihalelere yol açmıştır. Bu yatırımlar köyden şehre göçü hızlandırdı, halkın tarz-ı hayatı şehirlininki ile karşılaştırılmaya başlandı. Şehirde nüfus artmaya ve gecekondu semtleri oluşmaya başladı. Cumhuriyet elitleri “halk plaja doldu” şikâyetlerine ve “yaşam biçimlerini” koruma endişesine kapıldı. Orta sınıf cumhuriyet elitleri iktidarına bürokratlar, alt orta sınıf burjuva ve alt sınıfın üstündeki köylüler de ortak olmaya başladılar.

Sonuç:

Bayar’ın söylediği gibi Türkiye’de bulunan siyasî partiler iki kaynaktan gelmişlerdir. Bunlar İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf Fırkalarıdır. Cumhuriyet Türkiye’sindeki bütün “makbul” partiler İttihatçıların sulbünden gelir. Zira CHP ve ondan doğan DP ve diğerleri bu minvalden örneklerdir. CHP kadroları ile DP mensupları bu bakımdan birbirinin ne kadar benzeri ne kadar farklısıdır? Bayar’ın iki partinin benzerliği için, aynı değere sahip bir paranın farklı yönlere bakan iki yüzü ifadesi çok manidardır. Ancak yine de iki partinin farklılıkları olmasaydı, bu yazıya malzeme bulamazdık. Dolayısıyla üzerinde durulmaya değer farklılıkları vardır. Karpat’a göre iki önemli fark vardır ki birincisi CHP devlet ve kudret otoritesine dayanarak kuruldu. Sonraları olayların zorlamasıyla yavaş yavaş halka indi. Birkaç TBMM üyesi tarafından kurulan DP ise zamanla kitlelerin desteğini kazandı ve halk yığınlarının sözcüsü durumuna geldi. İkinci olarak Halk Partisi köklü reform tedbirleri alınmasını gerektiren tarihi şartlarda doğdu. İdealist görüşle hareket eden bu parti, akademik ve siyasi bir romantizmin izlerini taşıyan yeni görüşler ortaya atıyor, bunları zora başvurma pahasına gerçekleştirmek istiyordu. DP ise halk partisinin aşırılıklarına ve oligarşik felsefesine karşı bir tepki olarak doğdu. Halkın ekonomik ve sosyal şartlardan ve baskı rejiminden doğan hoşnutsuzluğunu dile getiren DP gerçek hayata ve insana daha yakındı. Kısaca söylemek gerekirse CHP devletten halka, DP ise bireyden halka halktan devlete uzanan bir değerler silsilesine sahipti. Böyle olunca da çiftçi, köylü, işçi ve bazı tüccarlar Demokratlara aydınlar ve şehirliler ise Halkçılara destek veriyorlardı. O zaman nüfusun yüzde 75 kadarı köylerde olduğundan ve köylüler şehirliye oranla daha çok yönlü ve renkli gruplar oluşturduğundan DP icraatları daha geniş halk kitlelerini etkilemiş oldu. Tarım ülkesi olan Türkiye’de üretimin köylerde yapıldığını hatırlarsak DP yatırımlarının üretimi ve ekonomiyi nasıl yönlendirdiğini, diğer bir ifade ile daha ayağı yere basan, yapılabilir, işletilebilir ve yararlanılabilir dolayısıyla daha verimli icraatlar DP tarafından yapılmıştır. Ayrıca DP aydınlar, okullar ve basın yoluyla inkılabımız, ilkelerimiz, ilericiliğimiz gibi CHP sloganlarına kapılmadan cumhuriyetçi ve ilerici çizgiyi makul ölçülerde temsil ettiğinden bu değerler onların devri iktidarında geniş kitlelere daha samimi olarak yayılmış, ciddi değişim ve dönüşümler aşırılıklarından arındırıldığı için halk nezdinde daha fazla kabul görmüştür. Bu istihaleler diğer bir ifade ile tepeden inmeci militarist ve laiklik anlayışını halkın kabul edeceği şekle sokarak halkçılığı ve laikliği makul seviyeye dönüştürdü.

Yorum bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top